Thursday, September 12, 2013

(GugukluhayaT) 05- Cüneyt Arcayürek - Utku Çakırözer - Mine G.Kırıkkanat - Güray Öz - Deniz KAVUKÇUOĞLU - Oktay Ekinci - Metin CELÃL - Özlem Yüzak - Erinç Yeldan sizin için yazdılar.



Cüneyt Arcayürek - ‘Usta’ Mutlu Ama...

KCK adına konuşan Cemil Bayık; kısa süre önce; lamı cimi yok, şayet Kürtlerin demokratik hakları konusunda hükümet vaat ettiği düzenlemeleri yapmazsa PKK’nin "Çekilme eylemine son vereceğiz" diyordu.

"Usta hadi canım sen de" diye omuz silkti bu açıklamaya.

Çok değil, bir hafta bile değil, iki üç gün geçti geçmedi"Usta" bu açıklamayı yorumladı:

"Bunların siyasetçisi başka, dağdakiler başka konuşuyor" dedi.

PKK’nin yurtdışına çekilmesine burun kıvırdı.

Zaten diyordu.
Çekilenler de PKK’nin yüzde 20’si.
Onlar da yaşlılar, hastalar, çocuklar!

Üstelik memleket sorunları ile uğraşacak değildi şu sıra.

Suriye’yi kurtarmaya uğraşıyordu.

Efendim Kürt sorunu, ekonomik dengeler…
Bırakın bunları…
Herhalde şimdi kafam Suriye sorununu çözmekle meşgul diye tersliyordu çevresindekileri.

***

Oysa Bayık’ın açıklamasını Kandil doğruladı; geri çekilme durdu!

Aylardır karşılıklı bir oyun sahneleniyor.

Ey ahali bakın; eylemleri durdurmadık mı?
Artık şehitler gelmiyor...
gibi söylemlerle kamuoyunu uyuttu RTE ama aynı ağzı kullanan PKK zaten hiçbir zaman çekilmedi.

Aksine yıllardır dayattıkları olası yaptırımların gerçekleşmesinde şantaj gücü olarak örgütü hazır tutuyor.

Dağdakileri kente çekiyor: Dağa gönderdikleri bomba uzmanı teröristlerini tekrar kentlere getiriyor.

Ya Kürtleri ortak millet sayarsınız.
Sıraladıkları koşulları yerine getirirsiniz yoksa?..

Yoksa ve de şayet barışçıl yollardan demokratik haklarımızı alamıyorsak.
Altı ay bir yıl öncesine döner, kanlı eylemlerimize devam ederiz!..
Söyledikleri bu!

***

Hatta sınır karakolları yapımına devam edildiğini öne sürerek, devlet savaşa hazırlanıyor gerekçesiyle PKK’nin çekilmeyişine mazeret üretiyorlar.

Hükümet ise…

RTE konuşmazsa Arınç, o da konuşmazsa öteki yardımcı Bekir Bozdağ; hükümet adına konuşuyor.

Bozdağ, çekilmenin durduğu, ateşkesin devam ettiği yolundaki PKK açıklamasına hükümetin yanıtını açıkladı:

"Ne yapacaklarsa, kendilerinin bileceği iş!"

Dediğine göre "terör örgütünü muhatap almıyorlar(mış)".

Yalanın arkasına gizlenmenin de bu denlisine şapka çıkarmak gerek.

Oysa terör örgütüyle, İmralı’daki bir numaralı terörist başı ile masaya oturarak örtülü pazarlıklara girişen kim?

Dünya âlem biliyor sorunun yanıtını:

Bozdağ’ların patronu Başbakan RTE!

***

Hükümet, Öcalan’ı cebime koydum havasında.
PKK’yi İmralı’dan yöneteceğini sanıyor.

Oysa Öcalan ile Kandil etle tırnak gibi...
Birbirinden ayrı düşmeleri olanaksız.

Giderek karamsar bir hava yayılıyor.

Yeniden terör eylemleri başlayacak mı diyen kaygılı sorulara rastlanıyor.

Usta ise mutlu.

Eylemleri durdurmuş.
Her meydan nutkunda geleceği meçhul barış türküleri söylüyor.

Anaların gözyaşları dinecek dedik; işte görüyorsunuz; bu sözümüzü yerine getirdik içerikli koyu hükümet propagandası kokan nutuklar atıyor.

Efendim ama…
çekilme durdu, şimdilik ateşkeste...
Ya yarın?

RTE hazır cevap:

Soruları, Güneydoğu’da oylarının yüzde 55’e çıktığını, buna karşın Barış Demokrasi (Kürt) Partisi’nin oylarının düştüğünü söyleyerek yanıtlıyor.

***

PKK açıklamasından sonra süreç yeni bir aşamaya girdi.

PKK’nin siyasal uzantıları dört bir koldan son açıklamasının hükümeti uyaracağını ve şayet istiyorsa Kürt halkı ile barış, demokrasi paketinin bir an önce yaşama geçirmesi gerektiğini savunuyorlar.

Hükümet, PKK açıklamasını blöf diye yorumluyor.

"Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın" der gibi PKK’nin, BDP vesair Kürt önderlerinin ve muhalefet partilerinin açıklamalarını fazla umursamaz, önemsemez görünüyor ya da böyle görünmeyi yeğliyor.

Önceki gün toplanan AKP MYK’sinde yerel seçimlerde adaylıkların tartışıldığı…
iki dönem vekillik ve şimdi bakanlık yapanlardan belediye başkanı olmak isteyenlerin görevlerinden istifa etmelerinin karara bağlandığı haberleri alındı ama...

...Çekilme sürecindeki son gelişme ve getireceği götüreceği sakıncaların görüşüldüğüne ilişkin bir haber…
Bırakın haberi, haber kırıntısı bile yansımadı medyaya!

Medyada çekilme durdu, şimdi ne olacak diye bir telaş, bir telaş...

Hükümet için şu sıra varsa yoksa seçimlerin yereli geneli, bir de Esad!

***

İktidarın gözünü sandık kör etmiş; gerisi hava cıva!

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Utku Çakırözer - ‘Duran’ Çekilme ve Sorular

ucakirozer@cumhuriyet.com.tr

Dokuz ay önce başlayan çözüm süreci, kamuoyuna "Yaz başında PKK’liler Türkiye’yi terk edecek, sonbaharda silahlarını bırakacaklar" şeklinde sunuldu.
Hatta, birinci aşaması ‘sınır dışına çekilme’, ikinci aşaması ‘demokratik reformlar’ ve son aşaması da ‘silahların bırakılması ve helalleşme’ olan bir takvimlendirme bile yapılarak toplum ikna edilmeye çalışıldı.

Ama şimdi eylül ayına gelindiğinde, bırakın son aşamaya ulaşmayı, Türkiye, PKK’nin, "Çekilmeyi durdurduk" kararıyla daha birinci aşamanın dahi yürütülemediği gerçeğiyle karşı karşıya kaldı.

Sürecin başında, hükümet çevrelerince topluma fazla iyimser mesajlar verilirken, Kürt sorununun daha fazla kan dökülmeden çözümünden yana olan temkinli gözlemciler ise hükümete sürecin şeffaf biçimde yürütülmesi ve başta Meclis olmak üzere toplumsal kesimlerle paylaşılması ihtiyacını vurgulamaya özen gösterdi.

Ancak ‘bilgi’ yerine ‘bildirim’in tercih edildiği bu süreçte tedirgin edici bir noktaya gelinmiş durumda.
Bunun sinyallerini önce Başbakan "Ortada gerçek bir çekilme yok.
Yüzde 20’si çekildi"
diyerek verdi.
Ardından da silahlı kanadın başındaki Cemil Bayık ve KCK, çekilmenin durduğunu resmen açıkladı.

Madem çekilmeseler de olur

Gelinen noktada, hükümet çevrelerinden kamuoyuna aydınlatıcı bilgiler yerine yine ‘iyimserlik’ pompalanmakta.
Bu kez de "Çekilme dursa da çözüm süreci devam ediyor" ya da "Bizim muhatabımız Kandil değil İmralı.
Tek muhatap Öcalan’dır"
tezlerini öne sürüyorlar.
Ancak bu yaklaşımlar karşısında ihtiyatlı çevrelerin şu soruları sorma hakkı doğmakta:

1.İşin başında ‘Sürecin merdiven metodu ile adım adım yürütüleceği’ ve ‘Sürecin en kritik aşamasının sınır dışına çıkış olduğu’ gibi mesajlar en yetkili ağızlardan halka iletildi.
Madem çekilme durmasına rağmen süreç devam edecek, o zaman neden böyle bir takvim beklentisi yaratıldı?
Türkiye çekilme tartışmasını neden yaşadı?
Neden o zaman asıl hedef silah bırakma olarak belirlenmedi?

Hani güvendiği ekip gelmişti?

2.Silahlı güçlerin başındaki Cemil Bayık ve eşbaşkanı olduğu KCK resmen ‘Çekilmeyi durdurduk’ derken, hükümet çevrelerinden bu kez "Muhatap Kandil değil Öcalan’dır.
Biz onun ne dediğine bakarız"
açıklamaları geliyor.
Oysa, daha birkaç hafta önce, Kandil’de yaşanan görev değişiminde Murat Karayılan’ın yerine Bayık getirilirken aynı çevreler "Doğrudan Öcalan’ın tasarrufu.
En güvendiği isimleri silahlı kanadın başına getirdi.
Çözüm sürecini ve çekilmeyi garanti altına aldı"
değerlendirmelerini yapıyorlardı.
Ortada yaşanan ‘güven krizi’ değil de nedir?

Niyet sorgulanıyor

3.Sürece kuşkulu bakan çevreler, hükümetin bunu seçimleri kazanmak için kullandığını ileri sürerken AKP ısrarla buna karşı çıkıyordu.
Ancak şimdi bizzat KCK bildirisi, "AKP çözüm sürecini seçimi kazasız belasız geçirmek için kullanıyor.
Bizi oyalıyor"
tespiti içeriyor.
Daha önceki Oslo, Habur ve diğer benzeri süreçler de hep seçim ya da referandum kampanya dönemlerine denk gelmiş, hükümetin süreçleri çatışmasız atlattıktan sonra siyaset değişikliğine gittiği gözlenmişti.
Şimdi bir kez daha takvimin yıl sonu ve yeni yıla doğru sarkıtılıyor olması ‘hükümetin niyeti’ konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Çaresi demokrasi

Tüm bu çelişkiler içerisinde sürecin kaderi bundan sonra ne olacak?

Hükümet çevrelerinden dillendirilen yeni söylem "Bu noktadan sonra kimse artık şiddete geri dönemez.
Süreç başarısızlıkla sonuçlanırsa, Türkiye için felaket olur"
şeklinde.

Öncelikle, mademki söylendiği gibi sürecin başarısızlığının bedelini tüm toplum ödeyecek, o durumda hükümete düşen, başlangıçta yapmadığını 9 ay gecikmeli de olsa şimdi yapmaktır.
Süreç şeffaflaşmalı, başta muhalefet olmak üzere kamuoyuna tatmin edici bilgi verilmelidir.

İkinci olarak, "Ben ne kazanırım" tarzı, sandığa endeksli, ‘taktik’ bir demokrasi anlayışından sıyrılıp onun yerine, Kürtler, Aleviler, tüm etnik ve dini topluluklar, gazeteciler, siyasetçiler, kadınlar, çocuklar, engelliler, kısacası toplumun hak ve özgürlük arayışı içerisindeki tüm kesimleri kucaklayacak adımlar bir bütün olarak ve bir an önce gündeme getirilmelidir.

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Mine G.Kırıkkanat - Ey Olimpiyat Ruhu, Geldiysen Palanı Salla!

kirikkanat@mgkmedya.com

Her şeyden önce şunu belirteyim: Olimpiyatları düzenlemek hakkı, "almak" ve "vermek" eylemleriyle ifade edilmez.
Başta Olimpiyat kavramının kurucu dili Yunanca, bizimki hariç bütün dillerde kazanmak, seçilmek, layık görülmek, emanet edilmek eylemleri ve tersiyle anlatılır.

Dil, dilinde yaşadığı toplumun aynasıdır.

Güzelim Türkçemizin, kalın kalabalıkların hoyrat dilinde "almak" ve "vermek" eylemlerine yüklenen kaba anlamlar bile, seçici kurulun olimpiyatları niçin Türkiye’ye "vermediğinin" metaforik açıklaması olabilir mi?

Yaklaşım, ilk bakışta zorlama gelebilir.
Ama AKP iktidarının hem de olimpiyattan sorumlu Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın, oyunlar "verilmeyince" ruhen girdiği "kına stokları" bunalımı, pek de olimpik ruh olmasa gerekir.

Benim bildiğim olimpiyat ruhu, kazananın elbette sevinip, ama kaybedenin de kazananı nezaketle kutladığı bir zarafet halidir.
Hakkın teslimi anlamına gelen sportif zarafete de bu yüzden "centilmenlik" denir.

***

Olimpik ruh, neden centilmenliktir, neden kaybedenden kazananın hakkını teslim ve zarafetle kutlaması gerekir?

Çünkü Olimpiyat oyunları, halklar, ülkeler savaş alanında yenişmeye çalışmaktansa, üstün olan barış alanında yarışarak galip gelsin, diye icat edilmiştir.
Başka bir deyişle savaş değil yarış, zafer değil galibiyet kazanılan uluslararası spor arenasıdır, olimpiyatlar.

Uluslararası spor yarışmasında iddia sahibi olabilmek için de spor sevgisi, yaygınlığı ve uygulamasının ulusal çapta olması gerekmez mi?

Peki Türkiye genelinde, futboldan başka hangi spor tutkusu ve yaygınlığından söz edilebilir?

Bu ülkede, gerek AKP, gerekse önceki hükümetler, bir zamanlar "ata sporu" dediğimiz güreşi gerçekten ortak bir tutku, "milli" bir değer haline getirmek, ülke çapında yaymak ve gençleri hem özendirip, hem de eğitmek için kaç güreş salonu açtılar Türkiye’de?

Ülkede her mahallenin en az bir camisi var.
Olsun da.
Peki, geçtik koşu parkuru, yüksek atlamayı, jimnastiği, dekatlonu falan, Türkiye’de kaç ilin, kaç belediyenin, kaç belediyenin halka açık spor tesisi, yüzme havuzu, tenis kortu vb.
var?

***

Futboldan başka hiçbir sporun (ve zaten sporcuların da) ulusal önem ve değer taşımadığı bir ülkenin, en önemli uluslararası spor yarışmasına "ev sahipliği" yapmak arzusuyla yanıp tutuşması, eğer çelişki değilse, hangi gerekçelerle, nasıl açıklanır?

Olimpiyatları "almak" yarışını, sadece başarılı PR çalışmasına bağlayan bir ülkenin, "ev sahipliği" hakkını niçin kazanmadığı değil, niçin kaybettiği açıklanabilir ancak.

Zaten İstanbul’u Tokyo ile yarışacak finale taşıyan da salt PR başarısı olmuştur.
Ama işte o kadar.
Çünkü olimpiyatlara hak kazanmak için gereken temel prensiplerin hiçbirine sahip değildir Türkiye.

Olimpik sporlara ulusal çapta ilgisizliğe, ekleyin kısıtlı ilgi alanındaki doping skandallarını, koyun üstüne "harem selamlık olimpik havuz" tartışmalarını, ne demek istediğimi anlarsınız.

Hele Suriye’ye karşı dünyayı savaşa çağırırken, tutup da olimpiyatlar İstanbul’da yapılırsa bölgeye barış getirir gerekçesi var ya, o başlı başına yeter, sonucu açıklamaya.

***

Eğer olimpiyatlar için PR yetse ve İstanbul kazansaydı, Türk halkının sırtına 30 milyar dolarlık bir yük binecekti.
Halen Yunanistan’ın yaşadığı ekonomik krizde, olimpiyat borçlarının da payı vardır.

Eğer İstanbul kazansaydı, AKP polisinin bu ülkenin özgürlük isteyen gençlerine yaptığı zulüm, yargısının hapishanelerde çürüttüğü suçsuzlar, susturulan basın, sansür, şiddet, baskı ve çoğunluk adına tehdit edilen azınlıklar, hepsi unutulacak ve hükümetin "asarım da keserim de olimpiyatları da alırım da" propagandası olacaktı.

İşte bütün bu nedenlerden dolayı, ben İstanbul’un Tokyo önünde elenmesine sevindim.
Çünkü Başbakan’ın "zor tutuyorum" dediği halk yüzdesinin; bırakın barışı, demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerine saygıyı, sportif centilmenliğin zerresini taşımayan zorbalığın, olimpiyatlarla taçlanmasını istemiyorum.

Bizler, "ucube olsun benim olsun" diyenlerden değiliz.
Her zaman "benim olan güzel olsun" diye uğraş verenleriz.
Vatanı da böyle severiz.

G NOKTASI

Aklı başında herkesin içinden geçirdiğini yüksek sesle söylediğim ve Twitter’da İstanbul’un elenmesine sevindiğim için, vatan haini ilan edildim.
Sanal sperm, tükürük, salya ve menopozlu moruk uyarısına karşı, bilumum belden aşağı organ çalışmasıyla tehdit; fahişe, kaltak, orospu, şıllık vb.
sıfatlarıyla taltif edildim.
Olimpik cesaretlerini binlercesi bir olup, tek bir kadına saldırmakla gösteren bu kahramanların, vahşet tutkusu sözcüklerle anlatılacak gibi değil…

Kendisine utanmazca "Ayyıldız Timi" adını veren ve pornografik şantaj sicilli bir gasp örgütü, Facebook’taki ana sayfamı ele geçirdi.
Bu sayfaya kayıtlı 8 bin civarındaki okurumun, adlarını sayfadan silmesini, yenisi kurulana kadar beklemelerini önemle rica ederim.

"Sportif yarışmalar, kitle manipülasyonunda önemli bir araçtır"

MONİQUE CORRİVEAU

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Güray Öz - İnsanın Ayağa Kalkışı

guray@cumhuriyet.com.tr

Evrim kuramının sahibi Charles Darwin’e eski zamanların teologlarının kör dincilerinin, rahip ve papaların, zamanımızın dincilerinin ve bilime set çekmeye çabalayan "bilimcilerin" kızmaya, öfkelenmeye hakları var.
Çünkü bu teologların tüm iddialarının temelindeki tuğlayı çekip alan bilim adamı Darwin’dir.

Çok kızıyorlar.
İşi "maymundan gelme" gerçeğine indirgemek ve alay konusu yapmak da işlerine geliyor.
Böylece kitlelerin gözünde dinin bilimin yerine geçirilebilmesi, baskı ve dayatmaların sürdürülebilmesi, kadının erkeğe bağımlılığı, eğitimde ve çalışma hayatında ikinci sınıf konumda kalması sağlanabiliyor.
Bu nedenle, hayatın her alanında tezlerini kökten çürüten evrim teorisine öfkeleri derin ve şiddetlidir.

***

Şu savaş çığlıklarının ayyuka çıktığı günlerde belki de okuma listelerinde başa alınması gereken bir kitap var elimde.
Evrim teorisinin tutarlı bir tartışmasını ve savunmasını içeren kitabı Stephen Jay Gould yazmış.
Darwin ve Sonrası adını taşıyor.
Size tuhaf gelecek ama ilk baskısını TÜBİTAK yapmış.
Tuhaf gelmesin, 2000’de yani 2002’den önce, TÜBİTAK’ın Darwin’le ilgisini kesmediği tarihte basılmış.
Elimdeki baskı ise SAY Yayınları’na ait.

Bu kitap neden önemli?

***

Önemi, Charles Darwin’in Türkçede yayımlanmış İnsanın Türeyişi ve Türlerin Kökeni adlı eserlerinin, konu ile ilgili çok değerli diğer araştırmaların yanında konuya tarihsel ve sosyolojik açıdan bakıyor olmasından geliyor.
Aynı zamanda evrim kuramının insanların saldırganlığının genlerinden geldiği iddiası gibi kötüye kullanım örneklerine de dikkat çekiyor.

Bir başka önemli yanı da tarih boyu sürüp gelen sömürenler ve sömürülenler gibi yaşamsal önemdeki farklılıkların anlaşılmasına yol açacak bir bakış açısıyla yazılmış olmasıdır.
Kapitalizmi de kapitalizmin şimdiki evrelerini de anlamak istiyorsak, öncelikle sistemin çok işine yarayan ırklar teorisinin terk edilmesi gerekiyor ve bu kitapta bununla ilgili çok sağlam bilgiler var.

Irk teorisi çünkü çok tehlikeli bir teoridir; insanlığın bugüne kadar yaşadığı büyük kıyımların görünür nedeni olmuştur.
Günümüzde cinsiyetçi yaklaşımların dayandığı temel de yine bu ırk teorisidir.
Stephen Jay Gould’un ilk baskısı 1979’da yapılan eseri, evrim teorisini bu sonuçları bakımından da ele alıyor.
Jay Gould’a göre insanların çeşitliliğinin kaynağı "ırk" değil coğrafyadır"Irk teorisi"ne uzun yıllarını vermiş olan bilimci Birdsel’den aktardığı şu cümle de gerçekten ufuk açıcı türdendir: "İnsanları sınıflandırmanın zevki belki de sonsuza dek yitip giderken, yeni hedefimiz evrimsel güçlerin doğasını ve yoğunluğunu anlamaya çalışmak olabilir"

***

Irk teorisinin bırakılması bilim dünyasının görece yeni bir adımıdır.
Bu teoride ısrar edenler ve kafatası ölçümlerine hâlâ büyük değer verenler, cinsiyetçiliğin, kadınların ikinci sınıf olarak görülmesinin ve insanın çeşitliliğini suçlama, kınama, günah sayma eğilimlerinin de sahipleri.
Bu da "kapitalist sistemin sürekliliği" tezlerini besleyen büyük yalanlar kitabında kendine geniş yer buluyor.

İnsanın hayvanlar âleminden ayrılması; homo erectus’a, oradan homo sapiens’e geçişi bugün bilim dünyasında onay gören tezlere göre beynin ve elin, yani emeğin birbirini karşılıklı etkilemesi ile gerçekleşti.
İnsan dik durmayı emekle öğrendi, onunla ayağa kalktı.
Şimdi insanın bir kere daha ayağa kalkması gerekiyor.
Sömürüde sınır tanımadığı için dünyayı yaşanmaz hale getiren sisteme, sürünerek de olsa ömrünü uzatmaya çabalayan ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı dikleşmenin zamanı geldi.

Ayağa kalkan insana, gençlere baktığımda benim gördüğüm işte budur.

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Deniz KAVUKÇUOĞLU -Paranoya ve Gerçekler

dkavukcuoglu@superonline.com

Paranoyanın aşırı endişe veya korkuyla karakterize edilen, sıkça mantıksız kuruntularla bilinen bir rahatsızlık olduğunu sanırım bu köşede daha önce de dile getirmiştim.
Paranoya, bireyin herhangi bir olay karşısında olayın oluşumundan farklı olarak gelişebileceğini kendi içerisinde canlandırma yolu ile öne sürdüğü ve sınırsız sayıda çeşitlendirebileceği hayal ürünlerinin tümüdür.

Günlük dilde, paranoya deyimi, genellikle bir şahsın, çevresindekiler hakkında aşırı şüpheciliğini tanımlamak için kullanılır.
Böyle bir kişiye yapılan tavsiyeler, iyi niyetli bile olsa, o kişi tarafından kötü niyetle yapılmış olarak algılanır.
Başkalarının kendisi hakkında komplo yaptığı kuruntusuna kapılabilir, kendilerine veya mülklerine karşı bir tehdit olduğu endişesi içine düşer.
Bu düşünceler, o şahsa büyük rahatsızlık verir.
Çevresindekiler de bu durumdan rahatsız olur.
Paranoya deyim yerindeyse kişiye hiç ummadığı anda devamlı rahatsızlık vererek kuruntularının gerçekleşeceği düşüncesiyle her daim sıkıntı yaşatır.

***

AKP hükümeti özellikle son zamanlarda paranoya illetine yakalanmış bir kişi izlenimi veriyor.
Hükümet sözcülerinin dillerine egemen olan endişe, tedirginlik ve korku toplumu rahatsız ediyor.

AKP hükümeti hangi alanda olduğu fark etmeksizin yaşadığı her başarısızlığın nedenini kendisine karşı düzenlenmiş bir komploda arıyor.
Faiz lobisinin, uluslararası medyanın, büyük burjuvazinin, dürüst basının ve daha akla geldik gelmedik birçok kişi, kurum ve kuruluşun onu alaşağı etmek üzere komplo faaliyetleri içinde olduğuna inanıyor.

Örneğin, İstanbul 2020 Olimpiyat Oyunları kent oylamasında Tokyo’ya karşı yenik duruma mı düştü, yetkili ağızlar bunu Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ndeki (IOC) delege çoğunluğunun "İslam karşıtlığına" bağlıyor.
Bunu yaparken ülkemizin aralarında atletizm, halter gibi dallarda olimpiyat, dünya, Avrupa şampiyonluğu kazananların da bulunduğu 40’a yakın sporcumuzun doping suçu işlediğini; polisimizin çeşitli kitle gösterilerinde orantısız şiddet kullanarak beş gencin ölümüne, yüzlercesinin de yaralanmasına neden olduğunu aklına getirmiyor.
Başbakanı’nın, Dışişleri Bakanı’nın sürekli savaş çağrıları yaptığı bir ülkeye Olimpiyat Oyunları’nı vermenin delegeler için kolay olamayacağını düşünmüyor.

***

İslam ülkelerinin iç ve birbirleriyle çatışmalarının dünyanın gözünü korkutuyor olması doğal değil mi?
Afganistan on yıllardır kanıyor, 22 Eylül 1980’de Irak’ın İran sınırını geçerek Şatt-ül Arap Anlaşması’nı feshettiğini açıklamasıyla başlayan ve 10 yıl sürerek bir milyondan fazla insanın canına mal olan savaş hâlâ belleklerde.
Libya’nın, Mısır’ın, Suriye’nin, Irak’ın güncel durumları ise ortada!
Üstelik Türkiye de eskisi gibi Ortadoğu bataklığından uzak duran, yüzü Batı’ya dönük bir ülke değil.
Müslüman Kardeşler aşkıyla yanıp tutuşan AKP iktidarı tarafından Suriye’deki savaşta taraf konumunda.
Dolayısıyla IOC delegelerinin Olimpiyat Oyunları’nı bir savaş bölgesinden uzak tutmaları çabasının "İslam karşıtlığı" ile bir ilgisi yok.

***

Paranoyak varsayımlar bir yana, AKP giderek toplumun sabrını daha derinden zorluyor.
Toplum savaş istemiyor, gençlik baskı altında yaşamak istemiyor, işçiler taşeron şantajı altında çalışmak istemiyor, orman ve dağ köylüleri derelerini kurutacak, ormanlarını yok edecek HES’ler istemiyor, kentliler daha fazla betonla boğulmak istemiyor.

AKP iktidarı ise toplumca istenmeyen ne varsa onu yapıyor.

İnsanlar barış içinde yaşamak istiyorlar, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük istiyorlar.

AKP iktidarı ya tutulduğu paranoya illetinden bir an önce kurtularak gerçekleri görmeye başlayacak ya da bir an önce gidecek.

Başka yolu yok!

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Oktay Ekinci - ‘Sulha Davet’

ekinci@cumhuriyet.com.tr

Ayhavar "savaşbaz"lara

Hörmetli ohurlar, anadilimde galeme aldığım bu yazılarımda, Kars’ta 1950’lerde Ekinci Pedalhanesi’nde basılan Ayhavar (yetişin-imdat) mizah gazetinden elham alıram.
Böğün de istedim ki bir neçe zamandı hökümetin danışığında yer alan "savaş" fikrinden söz açım.

Çünkü 11 Eylül 2001’de Amerika’daki uca tikintileri vuran teyyareleri mahna (bahane) eden ABD Başkanı Bush da İslam ülkelerini vurmaya başlamıştı.
12 ildi (yıldır) ne o o teyyareleri kimin gönderdiği, ne de sahapları tapılabildi (bulunabildi).
Oysa kârhanaları (fabrika) bile ABD’deydi; alanların geyitleri de...

Ortadoğu’da indi de Suriye’yle tutaşmaya teze mahnalar aranır.
Azerilerin meşhur "Sulha Davet" mahnısı (şarkı) da get gede daha önem gazanır..

Anaların seslenişi

Bu mahnının bir adı da "Ananın Sesi" olduğu üçün, keçen Analar Günü’nde demiştim ki: "insanlığın hemişe içinde yaşaması üçün, ların (savaşların) kutarması (bitmesi) için dualar eden tamam analar adına düzeltilen mahnısı illerdi (yıllardır) nesilden nesile dillendirilir" (12 May-Cumhuriyet)

Peki, mahnıda şair ne deyir gelin barabar ohuyah:

"Ana gelbim odlanır / Söz tüşende davadan / Bes (yeter) değil mi ey insanlar / Döküldü gan, ahtı gan / Bes değil mi gara torpah / Su içti gözyaşından."

Ele fikreyliyirem ki, üreğinde insanlık galmamış en zalım faşistler bile Azeri anaların bu seslenişine geyitsiz galamaz.

Bes bizi idare edenlerin öbür gonşumuz Suriye ile savaşmak istemelerine ne demeli?

Atatürk’ün mirası

Afrika’dan Çanakkale’ye ömrü savaşlarda keçen, Kurtuluş Savaşımızın ser gumandanı Atatürk bile, esker paltarlarını (elbise) terk eder etmez tek hedefin "sulh" olduğunu demedi mi?

Çünkü vatanı "müdafaa"nın dışındaki tamam savaşların "cinayet" olduğunu da en iyi o bilirdi.

Bu nedenle de "sulh"un gıymetini nesilden nesile Türk insanına miras bırahtı.

Azerbaycan ile Türkiye’yi yönetenler hemişe (her zaman) deyirler ki: "biz iki dövlet, bir milletih" Yani eyni kültürün fertleriyih..

O halde siyasilerimiz ABD’ye şuna buna değil, bizi okşayan Azeri mahnılarına neden gulah asmırlar?

"Sulha Davet" mahnısının galan sözleriyle nokta goyuram; "Silahları yandırın /Arşa çıhsın tütsüsü, / Her obada, her bir evde, / Ganat açsın sulh sözü, / Yüzü gülsün insanların, / Bayram etsin yeryüzü.."

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Metin CELÃL - Orhan Pamuk, Şamanlık ve Yasakçılık

metincelal@yahoo.com

"İstanbul-Gyeongju Dünya Kültür Exposu" ile Kore büyük bir kültür çıkarması yapıyor.
31 Ağustos - 22 Eylül 2013 tarihleri arasında gerçekleşen Kültür Exposu dans, tiyatro, tekvando gösterileri, el sanatları, fotoğraf, çağdaş sanat, mimarlık sergileri, İpek Yolu Pazarı, geleneksel el sanatları atölyesi, moda gösterisi, Kore pop müziği konseri, Şifalı Yiyecekler Tanıtımı, Kore mutfağı tanıtımı ve Kore Senfoni Orkestrası gösterisi gibi "kültür" tanımının içine giren her şeyin yer aldığı büyük bir etkinlik.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın söylediğine göre "kültürel, siyasi ve ticari alanlarda iki ülke halklarının tanışması-kaynaşması ve aradaki dostluğun pekişmesi hedefleniyor".

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Gyeongju Belediyesi’nin birlikte hazırladığı İstanbul-Gyeongju Dünya Kültür Exposu’nda 23 günde 35 mekânda 28 etkinlik yapılması planlanmış.
En önemlilerinden biri 13 -19 Eylül tarihleri arasında yapılacak olan Türk - Kore Film Haftası.
Sinemaseverler Kore Sineması’nın iyi örneklerini izlemenin yanında Kim Ki Duk’la da buluşacak.

Expo’nun tek edebiyat etkinliği 4-5 Eylül tarihlerindeki "Türkiye - Kore Edebiyat Sempozyumu"ydu.
Türk ve Koreli akademisyenlerin katıldığı sempozyumda Kore ve Türk edebiyatları, dil eğitimi, çeviri sorunları gibi konularda bildiriler sunuldu.
Amaç Kore Edebiyatı’nı Türkiye’de tanıtmaksa tek bir akademik toplantının yetersiz kalacağı açık.
Okuru hedefleyen etkinlikler de yapılmalıydı.
Örneğin sempozyuma katılan Yi Mun-Yol gibi dünyaca tanınmış, eserleri Türkçeye de çevrilmiş yazarların okurlarla buluşması sağlanabilirdi.

Türkiye ile Kore’nin edebi alandaki ilişkisi pek parlak değil.
Doç.Dr.Göksel Türközü’nün bildirisine göre Koreceden Türkçeye 13 kitap, Türkçeden Koreceye 34 kitap çevrilmiş.
Koreceye çevrilenlerin dokuzu Orhan Pamuk’un kitapları.

Orhan Pamuk Kore’de çok tanınıyor, seviliyor ve kitapları çok satanlar listelerine giriyor.
Koreli akademisyenlerin Orhan Pamuk üzerine çalışmalar yapması şaşırtıcı değil.
Prof.Dr.Hae-Choon Ryoo’nun "Kore ve Türk Edebiyatında Doğu-Batı Çatışması" adlı bildirisi de Orhan Pamuk’un "Benim Adım Kırmızı" ve Kore’nin en büyük yazarlarından Kim Dongni’nin "Kadın Şaman Resmi" adlı eseri hakkındaydı.
Prof.Ryoo konuşmasına organizasyonun Türk tarafının Orhan Pamuk’un Türkiye’de sevilen bir yazar olmadığını bildirdiğini ve bildiri konusunu değiştirmesini istediğini söyleyerek başladı.
Bu nedenle Pamuk’tan kısaca söz edip Kim Dongni’nin "Kadın Şaman Resmi" adlı eserine ağırlık vereceğini belirtti.
Simultane çevirmen de Pamuk’la ilgili bölümlerde hemen hiç çeviri yapmadı.
Daha sonra Türk akademisyenler Orhan Pamuk’un önemine değinen konuşmalarla durumu kurtarmaya çalıştılar ama Koreli konukları ikna ettiler mi bilemem.

Esas sürpriz ise Kim Dongni’nin Şaman bir anne ile Hıristiyan oğlunun tartışmalarını anlattığı "Kadın Şaman Resmi"nin Türkçe - Korece kitapçığının sempozyumu izleyenlere dağıtılmasına izin verilmemesiydi.
Türkiye tarafını temsil eden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Orhan Pamuk’la ilgili ne sıkıntısı vardı, Kore’deki Şamanlık ile Hıristiyanlık arasındaki çatışmanın akademisyenlerce bilinmesini neden istemediler merak etmiyorum.
Net olan tek şey, yasakçılığın hayatın her alanına nüfuz ettiği, akademik sempozyumlara kadar yansıdığı.

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Özlem Yüzak - Kazova İşçisi ve Patronsuz Üretim

ozlem.yuzak@cumhuriyet.com.tr

Bu ülkenin işçisinin, emekçisinin öyküsü hep hazindir...
Alabildiğine sömürüye açıktır.
Güvencesiz, ağır ve uzun çalışma koşullarında geçer yaşamlar.
Buna karşın işlerini kaybetme korkusuyla susar çoğu.
Sessizce önlerine konan işi yaparlar.
Patronun iki dudağı arasındadır çünkü gelecekleri...
Gün gelir, patronun işleri bozulur.
Ve çoğu zaman bedeli ilk ödeyen işçi olur.
Maaşların ödenmesi aksar önce, ardından ücretsiz izin.
Bu da çare olmadı ise kapının önü gösterilir.
Hak arama süreci ancak son aşamada artık kaybedecek bir şey kalmayınca başlar.
Orada da fireler zaten baştan verilir.
Emekliliği yaklaşan, başka iş bulabilen çeker gider.
Bir avuç insan fabrika önünde başlar direnişe.
Başlar başlamasına da bu kez sesini duyuramaz.
Malum medya her zamanki gibi 3 maymunu oynamaktadır.

Ancak ilk kez malum öykü boyut değiştirdi.
8 aydır hakları için mücadele eden Kazova Triko’nun çalışanları önce fabrika binasını işgal ettiler ardından geçen hafta üretime başladılar...
Şimdi ise harıl harıl kooperatifleşme hazırlıkları sürüyor.
Patronlar Ümit Somuncu ve oğlu Mustafa Umut Somuncu fabrikanın çoğunu bir gecede boşaltarak kayıplara karışmış, 94 işçiye tazminatları ve maaşları verilmemişti.

Direnen işçilerin sözcüsü Bülent Ünal ile dün telefonda konuşurken arkadan dokuma makinesinin sesi geliyordu.
Ünal, "28 arkadaş ile eyleme başladık.
Çadır direnişine geçtiğimizde 12-13 kişi kalmıştık.
Şimdi aynı ekip üretime başladık.
Bozuk olan motoru tamir ettik, öncelikle depodaki hammaddeleri kullanıyoruz, kadın tişörtü üretiyoruz.
Şimdilik sadece tek bir makine ile çalışıyoruz.
Diğerlerini de tamir etmeye uğraşıyoruz.
Park forumlarında başladık satışlara, oradaki arkadaşlar hep bize destek oldular.
Ardından amacımız kooperatif kurmak.
dünyadaki örnekleri inceliyoruz"
diye anlatırken Baha Kuban’ın geçen yıl Cumhuriyet Bilim Teknik’te "Ekonomik Demokrasi Arayışında Sıra Dışı Denemeler" yazısında Mondragon Kooperatifleri örneğini hatırladım.
Her çalışanın ortak olduğu, ömür boyu istihdam garantisi, tüm kayıt ve raporlara eksiksiz erişim, tüm kararlarda eşit ve tek oy, yıllık kârdan eşit pay, sağlık ve emeklilik hakları, yanına bir de ekip biçebileceği küçük bir toprak parçası veren bir kooperatif.

İspanya’nın Bask bölgesinde Mondragon isimli kasabada 1956 yılında küçük bir soba üretim atölyesi ve 24 işçinin katılımı ile başlar süreç.
2 yıl sonra sayı 158’e yükselir.
1959’a önce kendi bankası olan Caja Laboral Popular’ı sonra da 1969’da hükümetin kooperatifleri sağlık sigortası kapsamı dışında bırakması ile kendi sağlık sigortası kooperatifi Lagun Aro’yu kurarlar.
1982’ye gelindiğinde ise, Mondragon, 20.000 çalışan-ortak, 85 sınai, 6 tarımsal, 3 hizmet kooperatifi, 45 kooperatif teknik okulu, bir banka, bir araştırma merkezi, bir politeknik, 14 yapı kooperatifinden oluşmaktadır.
Günümüzde ise Mondragon Kooperatifleri’ne bağlı şirketlerde 85 bin işçi çalışıyor.
Yıl sonunda elde edilen kârın yüzde 45’i ARGE, yeni iş yaratma ve ilgili yatırım rezervleri olarak saklanırken, yüzde 45’i de işçi-üyelerin hesaplarına dağıtılıyor.
Yüzde 10 oranında bir fon ise Mondragon’un idare ettiği sağlık, eğitim, konut ve diğer toplumsal faydaya ayrılıyor.

Mondragon Kooperatifi gerçekten de incelenmesi gereken bir model.
Dünyada benzer örnekleri de var.
Örneğin Birgün gazetesinin geçen gün gündeme getirdiği Meksika’da lastik fabrikasını işgal eden işçilerin oluşturdukları ve bugün uluslararası bir güç haline gelen Tradoc Kooperatifi.

Fabrika işgali ve patronsuz üretim Türkiye’nin tarihinde pek sıklıkla görülen bir olay değil.
Ancak neden bir başlangıç olmasın?

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Erinç Yeldan -Orta Gelir Tuzağında Türkiye

Orta gelir tuzağı kavramı iktisat yazınına Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley ekonomi profesörü Barry Eichengreen’in bir çalışmasıyla girdi.
Kavram, kişi başına düşen milli gelirin (2005 fiyatlarıyla) 16.000 dolar düzeyine ulaşmış ülkelerde ileri sanayileşme aşamalarına geçebilmek için gerekli üretkenlik ve kurumsal dönüşümleri gerçekleştirmekteki zorlukları betimlemek için kullanılıyor.

Tarihten elde ettiğimiz gözlemlere göre, ekonomiler "orta gelir" düzeyine yaklaştıkça, artık tarımdan kente işgücü transferine ve sermaye yatırımlarının uyardığı yüksek karlara dayanan görece "kolay" büyüme kaynakları uyarıcı gücünü yitirmekte; teknolojiler olgunlaşmakta, giderek eskimektedir.
Sermayenin kârlılığındaki gerilemeler sonucunda vasıfsız işgücü ve doğal kaynakların kullanımına dayanan basit teknolojili sermaye birikiminin ivme kaybetmesi kaçınılmaz olmaktadır.
İktisatçılar bu düzeyi "orta gelir eşiği" olarak tanımlamakta ve bu noktadan sonra büyümenin kaynaklarının artık sermayenin yeni yatırımlarından değil, üretkenlik kazanımlarından elde edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
İktisat yazını söz konusu eşiğe takılıp kalan ve üretkenlik arttırıcı reformları hayata geçiremeyen ülkeler için "orta gelir tuzağı" kavramını kullanmaktadır.
Üretkenliğin artırılması ise beşeri sermayeye eğitim ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) yatırımlarıyla ve kurumsal reformlarla olasıdır.

***

Türkiye’nin orta gelir tuzağı riski ile karşı karşıya olduğunu savunan uyarılar sık sık ulusal ekonomi yazınında gündeme geliyor.
Bunlardan en sonuncusu geçen hafta başında Bahçeşehir Üniversitesi BETAM’da görevli meslektaşlarımızın yürüttüğü bir çalışma oldu (*).
Profesör Seyfettin Gürsel ve araştırma görevlisi Barış Soybilgen söz konusu çalışmalarında Türkiye’de son iki yılda emek verimliliğinin düşüşe geçtiğini vurgulayarak "her alanda ekonominin etkinliğini artıracak reformlar yapılmadığı takdirde" Türkiye’nin orta gelir düzeyinden uzun yıllar çıkamayacağı uyarısını yapmaktalar.

Ancak, burada çok acil bir soru gündeme gelmektedir: Hangi Türkiye?
Örneğin, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) için hazırlamış olduğumuz 2012 tarihli bir raporda (**) bu soruya değinilmiş ve orta gelir tuzağı kavramı Türkiye’nin bölgesel kalkınma yolundaki farklılıkları sorunu çerçevesinde ele alınarak Türkiye’de "birden fazla Türkiye ekonomisi" olduğu gerçeğinin altı çizilmiş idi.
Raporun ana bulgularına göre, kavramın Türkiye açısından sadece niceliksel bir eşiğin belirlenmesi ve bu eşiğin nasıl atlatılabileceği konularından ibaret basit bir istatistik egzersizinden ibaret olamayacağı açıktır.
TÜRKONFED’in 2012 raporunda Türkiye, gelir gruplarına göre üç bölgede değerlendirilmektedir: İstanbul, Ankara ve İzmir’in başını çektiği yüksek gelirli Türkiye’nin bölgesel geliri 376 milyar dolara ulaşmakta ve Norveç, İsviçre gibi Avrupa ekonomilerinden daha büyük bir gelirle orta gelir tuzağından çıkışlarının göreceli olarak kolay olacağı görülmektedir.
Bu bölge, Türkiye’nin idari, siyasi, ticari ve finansal güç merkezlerini barındırmakta ve geride kalan Türkiye ile olan bağlantıları da zayıflamaktadır.
Bunun dışında orta gelirde sıkışma tehlikesi yaşayan Türkiye ile, aslında orta gelir düzeyini yakalama şansı dahi bulunmayan yoksul bir diğer Türkiye gözlenmektedir.
Yoksulluk tuzağında kalmış bulunan yoksul Türkiye’nin yaşamakta olduğu bu bölgede ortalama eğitim süresi 5 yıldan dahi az olup (ilkokul mezunu değil); sabit sermaye yatırımlarından yoksun; mevsimlik ve düşük vasıflı işgücüyle merkez kapitalizminin ilkel sömürüsüne ve sosyal dışlanmışlığa uğramış 27 ilimiz bulunmaktadır.

"Orta/yüksek gelirli Türkiye" ile "Yoksul Türkiye" birbirinden kopuk görünmesine karşın aralarındaki işgücü ve sermaye göçü, finansal bağımlılık, ulaştırma ağlarındaki girift yapılaşma ve benzeri mekanizmalarla sürekli olarak birbirini besleyen ve yoksul Türkiye’yi kalıcı olarak yoksulluk tuzağına hapseden bir ikili tuzak (duality trap) yapısı sunmaktadır.

Türkiye ekonomisinin bölgesel yapı farklılıklarını gözeterek yürüttüğümüz projeksiyonlar, var olan büyüme patikası boyunca ulusal gelirin (2010 sabit fiyatlarıyla) 1.200 milyar TL’den, 2025 yılında 2.100 milyara yükseleceğini; ancak zengin ve yoksul bölgeler arasındaki katma değer üretimi farkının daha da genişleyeceğini göstermektedir.
Bir başka deyişle, yoksul bölgede katma değerin üretimi ulusal ekonomiden ayrışarak bir tuzağa dönüşmekte ve giderek tüm ulusal gelirin de yavaşlamasına neden olmaktadır.
Dolayısıyla, mevcut süreçler altında yoksul ve orta/zengin Türkiye’nin bir arada varlığı giderek sertleşen bir bölgesel farklılık sergilemekte; söz konusu ikili tuzak birbirini besleyerek tüm ulusal ekonominin potansiyel büyüme hızının durgunluğa itilmesi tehdidini doğurmaktadır.

Türkiye’yi tek bir homojen bölge olarak ele alan ve bölgesel karakteristikleri göz ardı ederek uygulamaya geçirilen politikaların beklenen sonuçları doğurmadığı açıktır.
Genel itibarıyla Türkiye, Doğu-Batı ayırımında gelişmişlik farkının derinden hissedildiği bir ülke konumundadır.
Küresel dünyayla eklemlenmiş, yüksek gelirli Türkiye’nin sorunları ile yoksulluk tuzağındaki Türkiye’yi birlikte değerlendirebilecek iktisadi kalkınma politikaları ise neoliberal öğretinin piyasa sinyallerine terk edilemeyecek kadar karmaşık ve o derecede önemli bir konudur.

(*) S.Gürsel ve B.Soybilgen,(2013) "Türkiye Orta Gelir Tuzağının Eşiğinde" BETAM Araştırma Notu, No 13/154.

(**) E.Yeldan; K.Taşçı, E.Voyvoda ve E.Özsan (2012, Aralık) "Orta Gelir Tuzağından Çıkış: Orta Gelir Tuzağı Sarmalında Türkiye" TÜRKONFED (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu) Raporu, İstanbul.

-                         -                         -                         ^^^^^ - vvvvv

Demiryolları Üzerine Söyleşi

http://usiad.net/dergi/65.Sayi/Bildiren_Sayi_65.pdf

Söyleşiyi Yapan: Deniz Toprak

- Türkiye demiryolu ağı sizce ne durumda?
Var olan demiryolu ağı yeterli mi?

Suay Karaman: Ulaşım, bir ülkenin gelişmişlik düzeyini saptayabilmek için önemli göstergelerden sayılmaktadır.
Eğer yük ve yolcu taşımacılığı karayolu ile demiryolu arasında dengeli bir biçimde paylaşılmışsa, o ülke endüstri devrimini gerçekleştirmiş ve gelişmiştir.
Karayolu büyük çapta ağır basıyorsa, o ülke daha endüstri devrimini gerçekleştirememiştir; çok kullanılan deyimiyle "gelişmektedir" Birinciye örnek Almanya, Fransa, İngiltere gibi Avrupa ülkeleri, ikinciye örnek ise Türkiye verilebilir.

Türkiye’de son 60 yıldır emperyalist uygulamalar sonucunda bilimdışı bir ulaşım politikası izlenmiştir.
Bunun sonucunda demiryolu yerine karayolu dayatılarak, ulaşım sistemleri birbirinin rakibi kılınmıştır.
Oysa ulaşım sistemleri birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısıdır.
Bu uygulamalar sonucunda Türkiye’deki durum gelişmiş ülkelerdekinin tam tersine olmuştur; demiryolları ve denizyollarının ulaşımdaki payı %40’dan %5‘e indirilirken, karayollarının payı %95’lere çıkarılmıştır.

Cumhuriyetten önce 4.559 km.lik demiryolu ağı ile birlikte 2012 yılı sonuna kadar 12.008 km demiryolu ağımız bulunmaktadır.
Ancak bugün ülkemizdeki demiryolu ağının durumu ürkütücüdür.
Ulaşımın %75’i tek hat üzerinden sağlanmaktadır.
Mevcut hatların %79’u elektriksiz hattır ve %33’ü sinyalizasyona sahiptir.
Mevcut hatlardaki büküm (kurb-viraj) yarıçapları dünya standartlarının (2500 m) altındadır.
%34’ünün kurb yarıçapı 2000 metreden küçüktür.
Dünya standartlarında normal eğim binde 10’un altında iken, mevcut hattın %25’i, binde 10 eğimin üzerindedir.
Eğimin binde 10’dan fazla olduğu yerlerde, trenlerin hızı düşmektedir ve taşıyacağı yükün ağırlığı sınırlandırılmaktadır.

Mevcut yolun %63’lük bölümünün dingil basıncı, 20 ton/dingil basıncının altındadır.
Dünya standartlarında bu oran, 20 ton/dingil’dir.
Rayların dayanabileceği yükü ifade eden dingil basıncı, lokomotiflerin çekim gücü ile orantılıdır.
Eğer hattın dingil basıncı düşükse, ağır yük taşıması yapılamaz ve trenlerin hızları arttırılamaz.
Mevcut demiryolundaki rayların, %26’sının yaşı, 20 yılın üzerindedir.
Ekonomik ömürlerini dolduran bu raylarda aşırı derecede yıpranmalar oluşmaktadır.
Bunun sonucunda da kırılmalar ve kazalar ortaya çıkmaktadır.

Mevcut hattın %67’si 49,05 kg/m, %11’sı 46,303 kg/m raydan yapılmıştır.
Bunlar çeşitli boyda uzun kaynaklı raylardır.
Avrupa ülkelerindeki raylar 60,0 kg/m.
dir ve ülkemizdeki rayların sadece %22’si bu sınıfa girmektedir.
Bütün bu verilere bakıldığında, mevcut demiryolu ağının teknik olarak yeterli olmadığı görülmektedir.
Ayrıca mevcut demiryolu ağının uzunluk olarak da yetersiz olduğu çok açıktır.

- 10.Yıl Marşı'nda geçen "Demir ağlarla ördük" sözü için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: "Neyi ördün?
Hiçbir şey ördüğün falan yok.
Demir ağlarla Türkiye’yi biz örüyoruz" dedi.
Peki, Cumhuriyet döneminden sonra demiryolu ağı ile ilgili önemli bir çalışma oldu mu?

Suay Karaman: Cumhuriyetten önce 4.559 km.lik demiryolu ağı bulunmaktaydı.
Bu demiryolu ağı, 2012 yılı sonunda 7.449 km artarak toplam 12.008 km olmuştur.
Yaklaşık 90 yılda artan bu 7.449 km demiryolunun 3.741 km’si 1923 ile 1950 yılları arasında, yani 27 yılda, 3.708 km’si ise 1950 ile 2012 yılları arasında, yani 62 yılda yapılmıştır.
Yani cumhuriyetten sonra 27 yılda yapılan demiryolu ile 62 yılda yapılan demiryolu birbirine eşittir.
Bunu şu şekilde açıklayabiliriz; ABD’nin ülkemizi kuşatmasından sonra, yaklaşık 60 yıldır, demiryolu terk edilmiş ve karayolu yapımına ağırlık verilmiştir.
Bunun sonucunda, demiryolları kaderine terk edilmiştir.
Bugün teknik ömrünü doldurmuş trenler ve demiryolları yüzünden yük taşımada ortalama 40 kilometre, yolcu taşımada ise en fazla 60 kilometre hız yapılabilmektedir.
Günümüzde Yüksek Hızlı Tren (YHT) hattı olarak sadece 888 km.
lik bir ağ mevcuttur.
Bu mu Türkiye’yi demir ağlarla örmek?
Üstelik sadece adı YHT’dir, yüksek hızlı değildir, sadece hızlıdır.
Bu zihniyetin 22 Temmuz 2004 yılında Sakarya Pamukova’daki "hızlandırılmış tren" (böyle bir ifade literatürde bulunmamaktadır ve buna ‘hızlı tren’ demek olanaksızdır) kazasını yaşadık.

10.Yıl Marşı’nda vurgulanmak istenen sosyal ve toplumsal devrimlerin yanı sıra, kalkınma planları, sanayi planları, şeker fabrikaları, basma fabrikaları, demiryolları, Sümerbank ve Etibank’tır.
1929 - 1939 yılları arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır.
Dünyada ortalama kalkınma hızı %5 seviyesindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk ile, ilke ve devrimleriyle kavgalı olanların, zaten 10.Yıl Marşı’ndan birşeyler anlaması mümkün değildir.
Bunlar 11 yıldır ülkemizi her konuda örümcek ağlarıyla örerek, ortaçağ karanlığına doğru sürüklemek çabası içindedirler.
Atatürk döneminin demir ağları tam bağımsızlığı ve emperyalizm karşıtlığını simgeliyordu.
Bugünün örümcek ağları ise, emperyalizmin kuklasıdır ve karanlıkların maşasıdır.
Bu gurur verici geçmişi yok sayarak, laik ve demokratik cumhuriyetle hesaplaşmak isteyen kendini bilmezler, karanlıkta boğulacaktır.

- TCDD'nin özelleştirmesine dair süreç şu an ne durumdadır ve demiryollarının serbestleşmesi hakkındaki kanun ne anlama geliyor?

Suay Karaman: Ülkemizdeki demiryollarında yük ve yolcu taşıma hakkı TCDD’de bulunmaktadır.
Demiryollarında 1995 yılında Booz Allen & Hamilton raporuyla başlayan özelleştirme çalışmaları Kanadalı bir firma olan Canac raporuyla devam etmiş, bu süre içerisinde kurumun yaptığı pek çok hizmet özel sektör eliyle yapılmaya başlanmış, iş yerleri kapatılmış, kar getirmeyen hatlarda çalışan trenler seferden kaldırılmış ve buna benzer pek çok uygulama hayata geçirilmiştir.
TCDD, 2005 yılında özel sektörün, demiryollarında faaliyet göstermesini öngören bir yönetmelik çıkarmıştı.
Ancak, Danıştay bu yönetmeliği iptal etmiş ve bunun bir özelleştirme olduğunu belirtmişti.
Özel sektörün yolcu ve yük taşıması yapabilmesi için yasa çıkarılması uyarısında bulunmuştu.

24 Nisan 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen ve 1 Mayıs 2013 günü Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren "Türkiye Demiryolu Ulaştırmasının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanun" ile, tüm bu süreçler tamamlanarak demiryolu ulaştırmasının özel sektöre devri gerçekleştirilecektir.

Kabul edilen bu kanunla, TCDD, demiryolu altyapı işletmecisi olarak yeniden yapılandırılacaktır.
TCDD’nin tren işletmesi ile ilgili birimleri ise ayrılarak, TCDD Taşımacılık A.
Ş.kurulacaktır.
TCDD, ulusal demiryolu altyapı ağı içinde yer alan ve devletin tasarrufundaki demiryolu altyapısının kendisine devredilen kısmı üzerinde demiryolu "altyapı işletmecisi" olarak görev yapacaktır.

Bu kanunla özel şirketler demiryolu ulaşımına girebileceklerdir.
Kamu tüzel kişileri ve şirketler; kendilerine ait demiryolu altyapısı inşa etmek, bu altyapı üzerinde demiryolu altyapı işletmecisi olmak, ulusal demiryolu altyapı ağı üzerinde demiryolu tren işletmecisi olmak üzere Bakanlıkça yetkilendirilebilecektir.
Şirketlerin, demiryolu altyapısı inşa etmek istemeleri halinde; yapacakları demiryolu altyapısının gerektirdiği taşınmazlar, kamulaştırma bedeli ilgili şirketten tahsil edilerek Bakanlık tarafından kamulaştırılacak ve belirtilen amaçla ilgili şirket lehine 49 yılı geçmemek üzere bedelsiz olarak irtifak hakkı tesis edilecektir.

Hükümet ve TCDD bürokratları yeni yasa ile birlikte demiryollarının hantal yapıdan kurtularak gelişen ve rekabet edebilecek bir yapıya kavuşacağını savunmaktadırlar.
Ancak demiryollarının hantal yapısının yasalar ile ilgisi yoktur, devlet politikası gereği demiryolları özellikle geri bıraktırılmıştır.
Kamu hizmeti olan demiryolu ulaşımında önceliğin güvenlik olması gerekmektedir.
Ancak özelleştirme ile birlikte güvenliğin ikinci plana atılarak kâr etme fikri birinci plana geçecektir.
Demiryollarının ihtiyacı özelleştirme değildir, asıl yapılması gereken teknik ömrünü doldurmuş bulunan rayların ve araçların yenilenmesidir.

Yukarıda teknik yetersizliklerini saydığımız demiryolu hattının, kamu kaynakları olmadan, kar amacı güden özel sektör yatırımlarıyla yenilenmesi veya yeni hatlar yapılması mümkün değildir.
Bu durumda bulunan bir demiryolu üzerinde kar amacı güden şirketler eliyle nitelikli kamusal bir ulaştırma hizmeti verilmesi düşünülemez.
O zaman aklımıza şöyle bir olgunun gelmesi mümkündür; yapılmak istenen şey ya yetersiz durumdaki mevcut demiryolu ağının bir bölümünün tasfiye ederek, karayolu ulaştırmasına dayalı bir sisteme devam edilmesini sağlamak ya da özel sektör işletmelerinin kamu kaynaklarıyla desteklenerek emperyalist ülke şirketlerine yeni sömürü alanları açmak olduğu ortaya çıkmaktadır.
Her iki durumun da ülkemiz kalkınmasına ve bağımsızlığına hizmet etmeyeceği ortadadır.
Karayoluna dayalı bir ulaşım sistemi demek, dışarıya bağımlı petrol alımına devam etmektir, bu şekilde ülkemizin kaynakları boşa harcanarak, sömürülmesi sürdürülecektir.

Toplum, özelleştirmenin sonuçlarını çok iyi öğrenmiştir.
Dünyada bunun birçok örnekleri bulunmaktadır.
Demiryollarının özelleştirilmesiyle yolcular daha yüksek ücretlerle hizmet alacak, hizmetin kalitesi düşecektir, bazı hatlar kapatılacaktır ve daha da kötüsü güvenliğin gözardı edilmesi sonucunda kazalar artacaktır.
Demiryollarının özelleştirilmesi aynı zamanda çalışanların güvencesizliği anlamına da gelmektedir.

- Türkiye için özellikle ulaşım hâlâ büyük bir sorun.
Bu sorunun çözümü için neler yapılmalı ve demiryolu ağının buradaki rolü denir?

Suay Karaman: Türkiye Cumhuriyeti, büyük önderimiz Atatürk’ün ölümünden sonra yanlış yönetilmiştir.
Özellikle sağ ve sığ iktidarların elinde, emperyalizmin oyuncağı olmuş ve her konuda bilimdışı uygulamalar yapılmıştır.
İşte ulaşım da bunlardan biridir ve halen en önemli sorunlarımızdandır.
Türkiye’de, öncelikle karayolu ile demiryolu arasında denge sağlamalıdır.
Bugün ulaşımdaki %95 karayolu, %3 demiryolu arasındaki farkın, demiryolu lehine iyileştirilmesi gerekir.
Bunun için yatırımların iyi planlanması, mevcut altyapının yenilenmesi, petrole dayalı yakıt kullanımından kaçınılması gerekmektedir.
Gerçek bilimsel bir yaklaşımla, gerek kent içi, gerek kent dışı ulaşımı çözmek olanaklıdır.
Ulusal projelerle, yurtsever insanların önderliğinde bunların hepsini başarmak mümkündür.

Anımsamakta yarar var; genç Türkiye Cumhuriyeti, 6 Ekim 1926 tarihinde Kayseri’de Uçak Fabrikası kurmuştu.
1940 yılında Akköprü ve 1944 yılında Etimesgut Uçak Fabrikaları kurularak, pek çok değişik uçaklar üretildi.
Bunların bir kısmı diğer ülkelere satıldı.
1961 yılında Eskişehir Demiryolu Fabrikası’nda Türk işçi ve mühendislerinin şeref anıtı olarak, 1915 beygir gücünde, 97 ton ağırlığında, saatte 70 km hız yapabilen ilk Türk buharlı lokomotif olan ‘Karakurt’ üretilmişti.
1961 yılı Ekim ayında ise, yine Eskişehir Demiryolu Fabrikası’nda Türk işçi ve mühendislerin özverili çalışmaları sonucunda ‘Devrim’ adı verilen araba, ilk yerli otomobil olarak üretilmişti.

Türkiye gibi kalkınma sürecinde olan ülkelerde, ulaşımda öncelik otoyol ya da günümüzde moda olan bölünmüş yol (duble yol) yerine, kesinlikle demiryoluna verilmelidir.
Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk‘ün 1937 yılında TBMM‘yi açış konuşmasında da vurguladığı gibi; "Demiryolları, bir ülkeyi çağdaşlaşma ve refah ışığıyla aydınlatan kutsal bir meşaledir"

- Son olarak neler söylemek istersiniz?

Suay Karaman: Türkiye’de toplam enerjinin %22’si ulaştırma sektöründe tüketilmektedir.
Bunun %82’si karayoluna, %2’si demiryoluna, %2’si denizyoluna ve %14’ü havayoluna aittir.
Toplam enerjinin %82’sini tüketen karayolu ulaşımının taşımadaki payı %95 iken, toplam enerjinin %2’sini tüketen demiryolu ulaşımının taşımadaki payı %4 olmuştur.
Türkiye’nin akaryakıtta dışa bağımlılık oranının %90 olduğu düşünüldüğünde, ciddi bir ulaşım politikası değişikliğinin zorunlu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bugün sadece yük taşımacılığında demiryolunun payı %30’a çıkarılabilse, yaklaşık 10 milyon m3 petrol tasarrufu sağlanabilecek ve Türkiye ortalama 50 milyar dolarlık bir kayıptan kurtulabilecektir.

Ülkemizin öncelikli ulusal projeleri arasında bulunan Temelli - Beypazarı - Mudurnu - Akyazı geçkisi kullanılarak, Ankara - İstanbul arasında çift hat, 400 km elektrikli demiryolu yapılarak, bu iki kenti 75 dakikada gidilecek gerçek ve bilimsel bir yüksek hızlı tren projesi yer almalıdır.
Yoksa siyasi iktidarın yaptığı gibi hızlandırılmış tren ya da yüksek hızlı tren adını verdiği, bilimsellikten uzak, göz boyayan projelerle emperyalizme olan bağımız artarak sürer.
Bu ise sürekli yoksulluk ve ekonomik kriz demektir.

Emperyalizmin oyuncağı olarak yönetilen bir ülkeden, ulusal projeler beklemek hayal olur.
Emperyalizm sömüreceği için, ulusal sanayi, yerli üretim gibi isteklere karşıdır.
Eğer ülkenin yöneticilerinde yurtseverlik yoksa, emperyalizmin kucağına oturarak, sürekli sömürülen, sürekli yoksullaşan ve gittikçe ulusal değerli bitirilen bir toplum olursunuz.
İşte bunun için ulusal projeler çok önemlidir.

Teşekkür ederim.

KAYNAKLAR

Karaman, S., 2001.Yoldan Çıkan Yollarımız.Türkiye Sorunları, sayı: 41, Ekim 2001, Ankara.

Karaman, S., Yılmazer, İ., Bulut, C., 2001.Ankara - İstanbul Arası Ulaşım Sorunları ve Çözüm Önerileri.Türkiye 3.Enerji Sempozyumu.Aralık 2001, Ankara.

Karaman, S., 2004.Ulaşım Politikasızlığı.Cumhuriyet Gazetesi 24 Temmuz 2004, İstanbul.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD), 2013.İstatistik Yıllığı, 2008 - 2012 .TCDD Matbaası, Ankara.

İnternet Erişimi:

http://www.tcdd.gov.tr/home/detail/?id=266

http://www.tcdd.gov.tr/Upload/Files/ContentFiles/2010/istatistik/20082012yillik.pdf

http://usiad.net/dergi/65.Sayi/Bildiren_Sayi_65.pdf


a45UyF587661-201307301451-05
^^^^^ - vvvvv
 

zaryop:jaro

Bildigini bilenin arkasindan gidiniz, bildigini bilmeyeni uyariniz, bilmedigini bilene ogretiniz, bilmedigini bilmeyenden kaciniz.

Konfucyus - M.O 551 ? 479
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Kurmus oldugum gruba uye olun
Moderasyonsuz, sansursuz ve ozgur bir gruptur:
Ozgur_Gundem-subscribe@yahoogroups.com
Ayrilmak isterseniz de :
Ozgur_Gundem-unsubscribe@yahoogroups.com

Grup Sayfamız :
http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz.
http://orajpoyraz.blogspot.



0 Comments:

Post a Comment

Subscribe to Post Comments [Atom]

<< Home


Real Estate