Sunday, September 15, 2013

(GugukluhayaT) 05-ERHAN KARAESMEN - Perihan ERGUN - MİTHAT MELEN - Salvador Allende - Afet Ilgaz - Hasan Pulur - Melih Aşık - Arslan Bulut sizin için yazdılar ve söylediler...


Cumhuriyet 12.09.2013

ERHAN KARAESMEN -  Orman Kanunları’

Uluslararası itibar, ODTÜ’nün başını çektiği birkaç seçkin eğitim ve bilim kurumuna dayanır.
Bunların sayısının artırılması için gösterilecek gayretlerden kaynaklanır.
Bu üstün kurumlarla uğraşıp, hırpalamak yerine onların yüceltilmesi ve etkinliklerinin desteklenmesi gayretlerine dayanır.
Böylece biline.

"Orman kanunu" mecazi kavramının özetlediği vurdu-kırdıcılık, ülke ve toplum yönetiminin tüm alanlarına yayılmış bulunuyor.
Her yanda elinde baltayla ağaç kesiciler ve doğa katilleri dolaşıp duruyor.
O meşhur son on yıllık ilerlemişliğin simgesi olarak gösterilen İstanbul’un yaşamı, kâbus gibi bir şeye dönüştü.
Olağanüstü bir doğa çekiciliğine sahip bu benzersiz kentin canına okumak için, elden gelen arda konmuyor.
Ulaşımı rahatlatma gibi masum bir arayışın arkasına gizlenmiş bir kent vahşeti, İstanbul’u tarumar ediyor.
Depreme karşı dayanıklılığı artırma gibi, ürkütücülük unsuru da taşıyan bir diğer masum mazeretle, "dönüşüm" programlarıyla yurttaşları kafesleyip, rant eksenli kentsel vahşet yaşanıyor.
Ulaşım düzensizliğinde ve plansızlığında dünyada bir numaraya gelen bu güzelim kente, sen "Olimpiyat getireceğim!
"
diye çığlıklar atadur…
Farfarasız bir toplu taşımacılık sistemiyle günde on küsur milyon insanını bir taraftan bir tarafa gönderebilen, ayrıca genç insanlarına karşı sokaklarda gazıyla, TOMA’sıyla ve palasıyla saldırmayan, düzenli bir polis sistemine sahip bir Tokyo’nun bu yarışı kazanacağı o kadar aşikârdı ki...
Zaten, öyle oldu.

ODTÜ Ormanı

Yazının akışı başka taraflara daha fazla yönlenmeden, şu ODTÜ Ormanı’ndan biraz söz edelim.
ODTÜ’nün sadece ormanına değil, pek çok şeyine olan derin bağlılığım bana aşağıdaki düşünceleri çağrıştırtıyor.
Bugünkü gürbüzlüğüne ve yeşil doku yoğunluğuna henüz ulaşmamış olmakla birlikte, şimdilerde ucundan kemirilmeye çalışılan orman, otuz küsur yıl önce bile, bir doğa bereketinin ve dinginliğinin simgesiydi.
Öğretim üyesi lojmanlarının yaslandığı o güzel yamaçları çok iyi hatırlıyorum.
Sonra, oradaki güzel ağaçlar irileşti, dalları büyüdü ve uzadı, şimdiki orman dokusunu oluşturdu.
Doğa gereğini yerine getirirken, çevresindeki şehir dokusu da değişti.
Boş arsaların üzerinde yeni yapılaşmalar kendini gösterdi; yeni mahalleler ortaya çıktı.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin şimdiki yönetiminin gözleri önünde cereyan etti bu oluşumlar.
İmar kararları, izinleri alındı; verildi.
Bu arada, ODTÜ Yerleşkesi, Ankara kentsel gelişme alanlarına komşu yöreleriyle birlikte sit alanı ilan edildiği için, yirmi yıl öncenin orada yol inşaatı öngören projesi de uygulamaya konmadı.
Ancak, belediye-ilgili Bakanlık arasındaki ustaca bir verkaçla, orada inşaat yapabilme yolu açıldı.
Birkaç yüzyıl ileri bir uygarlığın ve Atatürk Cumhuriyeti’nin simgelerini taşımasıyla mevcut kent ve ülke yöneticilerine ters düşen bir ODTÜ’yü didiklemek ve hırpalamak için bir fırsat yaratılmış oldu.
Oraya yönelik orman kanunları uygulamaya konuldu.
Korkarız ki, ODTÜ’ye duyulan husumet, giderek onun arazisinin özel yapılaşmaya izin verecek belediye parselleşmesine bile yol açacaktır.

Öğrencisinin tümünün ve öğreticisinin belli bölümünün henüz tatil dönüşü yapmadığı bir döneme rastlayışından yararlanan, çeşitli cemaatçi-tarikatçı-AK Gençlikçi bir grubun üniversite bahçesinde yarattığı bir olay da, yandaş medyanın manşetlerine "türbana karşıcılık" olarak geçirildi.
Oysa olayın rengi çok farklıydı.
Ankara üniversitelerine giriş puanı tutturup ilk kayıt için bu kente gelen taze öğrencilerin peşine, bu tür gruplar düşüyor ve onlara "insani"(!) ve "sosyal"(?) yardımda bulunmak üzere, otobüs terminallerinden karşılayıp, kendilerini kayıt yaptıracakları üniversitelere kadar peşlerinden gitmektedirler.
ODTÜ’nün o tenha günlerinden yararlanıp, kampusun orta yerinde kurdukları bir masada, "ODTÜ’nün şu ya da bu yurtlarına gidilmemesi, oradaki kız öğrencilerin ahlaki değerlerini kaybettiği" gibi tavsiyeler, galiz ve çirkin kelimeler de kullanılarak yüksek sesle dile getiriliyordu.
Kampusun tenhalığına rağmen oradan geçen bazı kişilerin dikkatini çekmesi dolayısıyla kendilerine hatırlatmalar yapılmış olduğu ve sonra da kampusu terk ettikleri anlaşılıyordu.
Ama Büyük Reis’e yamanmak için fırsat arayan, yalaka bir medyanın ağzına, ODTÜ Ormanı’nın kemirilmesi ve hatta denk düşerse, ortasından geçirilecek bir tünel yoluyla ağaç köklerinin kurutulması vahşetini unutturucu bir kılıf yaratılmış oluyordu.

Ekonomideki, iç-dış politikadaki perişanlıkların ve polis zulmünün yarattığı sosyal huzursuzlukların pençesinde kıvranan bir politik iktidara, ODTÜ’yle uğraşmak gibi yeni bir gündem planı yaratılmış oluyor.
Arjantin - olimpiyat fiyaskosunu bütün gece yandaş yayın ekranlarında boy gösteren zavallıların gayretlerinin örtemeyeceği aşikârdı.
Şimdi Gezi olaylarının kaybettirdiği prestijin bahane olarak ileri sürüleceği anlaşılıyor.
Oysa, günümüzde her alanda uygulanan orman kanunları ilkelliğinin ve özel olarak buna eklenen spor kültürsüzlüğünün hepsi bir arada bu sonucu yaratmıştır.
Sen, kendinden nüfusu on kere, basketbol piyasasına aktardığı para elli kere daha az bir Finlandiya’dan tokat yerken, bu minnacık ülkedeki aktif sporcu sayısının sendekinden daha fazla olduğunu fark edemedin.
Sen, yöneticinle, yandaş çığlıkçı medyanla, dünyaya tam bir cehalet zavallılığı sergiliyordun.
Olimpiyat adaylığı fiyaskosunun ülkemize özgü orman kanunları düşüncesinden kaynaklandığını göremiyordun.
Beşinci köprüyü ya da yedinci havaalanını yapıyor olmanın, uluslararası itibarı artıracağını sanıyordun.
Uluslararası itibar, İstanbul’un o zengin tarihi dokusunu ve çevre güzelliğini korumak için gösterilecek gayretlerle dayanak bulur.
Uluslararası itibar elli tane masum çocuğu giydirip kuşatıp, olimpiyat kulis salonlarında önlere oturtmakla sağlanmaz; milyonlarca genç insanının polis dayağı yemek yerine spor sahalarına yönlendirilmeleriyle sağlanır.

Uluslararası itibar, ODTÜ’nün başını çektiği birkaç seçkin eğitim ve bilim kurumuna dayanır.
Bunların sayısının artırılması için gösterilecek gayretlerden kaynaklanır.
Bu üstün kurumlarla uğraşıp, hırpalamak yerine onların yüceltilmesi ve etkinliklerinin desteklenmesi gayretlerine dayanır.
Böylece biline.

0000

Cumhuriyet 12.09.2013

Perihan ERGUN - Övündüren, Şaşırtan, Üzüntü Veren Oluşumlar...

Gün ağarır ağarmaz hemen her gün yaşama adım attığımızda taraf olmayan iki - üç yazılı ve görüntülü medyadan okuyup gördüklerimizle önce şaşkına dönüyor sonra da üzülüyoruz.
Bu niteleme Atatürk Cumhuriyeti’yle yetişip ona gönülden bağlı olanları kapsıyor.

İçinde bulunduğumuz haftanın başında yeni güne girdiğimde -acaba yurdumu yönetenlerle ilgili gene hangi şaşkınlığı göreceğiz derken-, gazeteyi elime aldığımda o günün, 9 Eylül olduğunu gördüm.
Hemen heyecanla hafızamda yaşayan ve hep de yaşayacak olan o günlere döndüm.
6 yaşıma kadar aile mekânımız olan İzmir’deki 9 Eylül’lerin coşkulu izlenimlerini tekrar anımsadım.
Şöyle ki; bahçe içinde iki mekânlı evlerimizin bir bölümünde oturan aile yakınımız Remziye Teyzem anaokulu öğretmeniydi.
Beni sıklıkla okuluna götürüp öğrencileriyle tek çocuk oluşumun sıkıntılarını giderirdi.
Etkin bir pedogogdu.
5 yaşımdayken beni de yuvadaki çocuklarla birlikte beyazlar içinde kanatlı melek giysileriyle bezeyip geçit törenine katılan arabada onlarla birlikte sunuma katmıştı.
Güzergâhımız, Basmane’den Namazgâh,Tilkilik yoluyla Kordon Boyu’na inip Hükümet Konağı’na çekilmiş olan "kurtuluş bayrağı"na selam durup İstiklal Marşı’nı seslendirdikten sonra Kordonboyu yoluyla Gazi Mustafa Kemal heykelinin önünde toplanmış olan ilk, orta, lise öğrencileriyle hükümet erkânıyla askeri temsilcilerin yanında yer almaktı.
Biz donanımızla heykele konan kurtuluş çelenklerinin arasında süs bebeği gibiydik.
Büyürken aralıksız, Kurtuluş Savaşı’nda iki oğlunu şehit vermiş olan büyükannemin canlı anıları yanında tarihimizi de okuyarak, törenlerde yaşayarak öğrendiğim 9 Eylül 1922’nin 30 Ağustos Zaferi’nden sonra işgalci İtilaf Devletleri’nin adeta taşeronluğunu yüklenmiş olan efsonların (Yunan askerlerinin) İzmir’den denize dökülmesinin 91.yılıdır.
Türk askerlerinin düşmanı cephelerden kovalayarak denize dökmelerini canlı olarak yaşayan annemle, büyükannem şöyle anlatırlardı:

***

Halk işgalin getirdiği yağmalamalar, yok etmeler, öldürmelerle İzmir’in de tüm öteki illerimiz gibi kaybedileceği varsayımıyla matem içindeymiş.
Daha önce işgalcilerce patlatılan iki bombadan sonra halk patlatılacak olan 3.bombanın getireceği yok oluşun korkuları içindeymiş.
Belki bir süre daha yaşayabiliriz ümidiyle Kadife Kale’den düşmanın gireceği yeri gözlemektedirler.
Süvari alayının kahramanları, Yunan askerlerini aldatıp oyalamak için başlarındaki şapkalarını onlar gibi dikey yaptıklarından kaleden onları izleyenler "Eyvah bittik" diye üzüntüye gark oldukları sırada birdenbire Vilayet Konağı’na Türk bayrağının çekildiğini görürler.
Sevinç ve heyecanla tepeden hep birlikte Hükümet Konağı önüne koşarlar.
Bayrağı konağa çekmek için oraya atıyla var gücüyle koşmaktayken düşman kurşunuyla yaralanmasına karşın Yüzbaşı Şerafettin Hükümet Konağı’na özgürlük simgesi bayrağımızı çekerek şerefle mutluluğunu ulusuyla paylaşır.
Tarihimize 91 yıl önce Türk milletinin yenilmezliğini bir kez daha yazmış olur.

***

Gene bir önemli gün de M.K.Atatürk’ün zaferden sonra 9 Eylül 1923’te milletinin Cumhuriyete yürüyen yolda çağdaşlaşmasının temel yönetmeliği sayılan CHP’yi kuruşunun 90.yılıdır.
O tarihte adı Halk Fırkası olan halkçı, devrimci kuruluşun adı 1932’de Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirilmiştir.
Mustafa Kemal’in kurduğu bu parti, Cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişine değin öncelikle eğitimde, sanayide, ulaşımda özellikle demiryollarında, kültürümüzün çağdaşlaşmasında, önünde ceket iliklettiren dış siyasetinde, komşularla dostluk çerçevesindeki tutumuyla dünyada saygı kazandırması ve sayılamayacak başarılarıyla ulusuna hep övünç getirmiştir.
Gönül yeni yönetimlerce de bu vitrinin sürüp gitmesini istemektedir.
Çünkü AKP iktidarınca hızla karanlığa sürüklenen ülkemizin, aydınlığa kavuşturulması ön görevdir.

0000

Cumhuriyet 12.09.2013

MİTHAT MELEN - Adil Çorba

Biz kendimize itiraf edemiyoruz galiba.
Türkiye’de her ne kadar herkes siyasetle ilgilenmiyorum, televizyonları açmıyorum, gazete okumuyorum, kafamı dinliyorum kardeşim, diyorsa da hepimizin aklı fikri dünyadaki birçok ülke vatandaşlarından daha fazla olarak siyasette.

2013 yılı bitip 2014’e üç ay kaldığı için artık hepimiz belediye ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini konuşup spekülasyonlar yapmaya başladık.
Birçok partide adayların çoğunluğu seçimlere soyunmaya hazır.
Aralarında yarış bile başlamış.
Genel merkezle il teşkilatları ezelden beri çekiştikleri için adaylar konusunda şimdiden kulisler dönüyor.

Aslında yerel seçimler çok önemli.
Çünkü halkı bire bir ilgilendiren konularla uğraşıyorlar.
Suydu, elektrikti, çöptü, yoldu, cenazeydi, evlilikti...
Bir yerde vatandaşın günlük meselelerini yerel yönetimler çözüyor.
Vatandaş da kendi evinin önünü, içini ilgilendiren meselelere belki daha hassas.
Bu, Ankara’yla ilgilenmiyor anlamına gelmiyor.
Ama şimdi bir sosyal kart almak için günlerce kuyrukta beklerseniz yerel yönetime küfrü basarsınız.
Halkımız belediye başkanına doğrudan ulaşmaya çalışıyor.
Ama belediye başkanının altındaki belediye meclislerini bile doğru dürüst tanımıyor.

Türkiye’de yerel yönetimlerin en büyüğü doğaldır ki İstanbul.
İstanbul belediye başkanı neredeyse 15 milyon kişinin temsilcisi oluyor.
Ama Ankara’daki İçişleri Bakanlığı’nın bir yazısı üzerine bakan görevinden alabiliyor.
İşte, burada denetim mekanizması ve dengeler konusunda çözüm getirmek şart.
Aslında 1961 Anayasası’nın Türkiye’ye getirdiği en önemli kurumlardan birisi Cumhuriyet Senatosu’ydu.
Biz o olanağı boşa harcadık.
Biraz da o kurumu antidemokratikleştirdik.
Bütün gelişmiş ekonomilerde senato çok işleyen bir sistem.
Ama konumuz bu olmadığı için şimdi bu parantezi kapatmakta yarar var.

İstanbul’dan söze başladığımız için onunla devam edelim.
İstanbul Türkiye’nin mozayiği.
Neredeyse Türkiye nüfusunun beşte biri.
Gayri safi milli hasıladan da yüzde 50’ye yakın pay alıyor.
Böyle ekonomik, tarihi, kültürel büyüklüğü yadsınamaz bir kentin yerel yönetimini ele geçirmek sadece siyaset açısından değil psikolojik açıdan da Türkiye’yi ele geçirmek oluyor.
Söylemeye gerek var mı?
İktidara nereden geliyorsunuz?
Bizde son 11 senedir izlediniz.

İktidar partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı almak için elinden gelen her şeyi yapacağı açık.
Ayrıca da ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Hizmet getirmeniz lazım.
İstanbul’a getirilen hizmetleri hep birlikte görüyoruz.
Onun için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı muhalefetin kazanabilmesi ancak ümit vermesiyle mümkün.
Sadece yerel olarak yapacaklarıyla değil, yarın iktidar olunca yapabilecekleriyle ilgili.

Türkiye’de muhalefet deyince akla iktidarın her yaptığının ve dediğinin tersini söylemek ve yapmak geliyor.
Halbuki projelerinizle sadece İstanbul için değil Türkiye için bir gelecek vaat etmeniz lazım.
Ve kitlelerin vicdan ve teşebbüs hürriyetlerini kısmadan, yolsuzluğa bulaşmadan istihdam edilmelerini sağlamalısınız.
Yani çorbanın kaynatılması ve mümkün olduğu kadar adil çorba içebilmek mühim.

Bir partinin genel başkanı olmak, bence her şeyden önce sadece parti için değil, ülke için fedakârlık yapmayı gerektirir.
Bu fedakârlık da eğer iktidara gelmeye niyetiniz varsa bazı görevlerden ayrılmanızı gerekli kılabilir.
Sözü fazla uzatmadan...
Türkiye’de muhalefet partisi İstanbul’da belediye başkanlığı seçimini almak istiyorsa belediye seçimlerinde deneyimi olan, çok güçlü bir adayla ortaya çıkması lazım.
Bu güçlü aday da genel başkandan başka kimse değil.
Seçimi kazanırsa İstanbul’u yönetir, sonra ülkeyi yönetmeye talip olur.
Seçimdir bu.
Kazanmazsa yerinde kalır, devam eder.
Veyahut da yeni bir genel başkan gelir.
Yoksa şimdi söylendiği gibi partiler arası koalisyon sözü tutmaz.
Tek tutacak şey halkın benimseyeceği bir adaydır.
Projeleri olan bir aday...

Hukukçularımız da uğraşır belediye başkanlığıyla genel başkanlık bağdaşır mı?
Belediye başkanı seçildikten sonra seçimlere girmek için yola nasıl devam edilir?
Ayrıca hazır anayasa değişikliği yapıyorken niye bu detay gibi görünen basit (!) konularla uğraşmıyorsunuz?

Düşünelim hanımlar, beyler ve sevgili çocuklar...

0000

TESLİM OLMAYACAĞIM!!!TARİH ONLARI YARGILAYACAKTIR!!!

Ölümünün 40.yılında Allende'nin son radyo konuşması

11 Eylül 1973’te faşist bir darbeyle devrilen Şili'nin sosyalist cumhurbaşkanı Salvador Allende'yi, ölmeden önce radyodan yaptığı konuşmayla anıyoruz.

Allende’nin ölümünden hemen önce radyo’dan yaptığı veda konuşması:

Dostlarım,

Hiç kuşku yok ki, bu size seslenmek için son fırsatım.
Hava Kuvvetleri Magallanes Radyosu’nun vericilerini bombaladı.

Sözlerim sitem değil, hayal kırıklığı taşıyor.
Umarım, kendi sözlerine ihanet edenlerin utancı olurlar...
Şili’nin askerleri, birer unvandan ibaret başkomutanları, kendi kendini Donanma Komutanı ilan eden Amiral Merino, daha dün Hükümet’e sadakatini sunan, bugün ise kendini Carabinero’ların (paramiliter polis) başı ilan eden General Mendoza…

Bu koşullarda, sözlerim sadece işçilere: Teslim olmayacağım!

Bu tarihi dönemeçte, halka olan sadakatimin bedelini hayatımla ödeyeceğim.

Ve onlara, binlerce Şilili’nin tertemiz vicdanına serptiğimiz tohumların kuruyup gitmeyeceğinden kuşkum olmadığını söyleyeceğim.

Güçlüler ve bize üstün gelecekler, ancak toplumsal dönüşümler ne suçla ne de güçle bastırılabilir.
Tarih bizimdir, tarihi toplumlar yapar.

Ülkemin emekçileri, adalete olan büyük özleminizin ancak bir sözcüsü olan, Anayasa’ya ve kanunlara bağlı kalacağına söz vermiş bu adama gösterdiğiniz sadakat için teşekkür ederim.
Size seslenebildiğim bu son anda, yaşadıklarımızdan ders çıkartmanızı diliyorum: Yabancı sermaye, emperyalizm, gericilikle birlikte Silahlı Kuvvetlerimizin kendi geleneğini bozmasına varan koşulları hazırladı.
Bu geleneğin kurucuları General Schneider ve Komutan Araya da, bugün dışarıdan aldıkları destekle kendi çıkarlarını ve ayrıcalıklarını korumaya çalışan aynı sosyal kesimin kurbanlarıdır.

Esas olarak size sesleniyorum, ülkemin mütevazı kadınları, bize inanan köylü kadınlarımız, çocuğunu esirgediğimizi bilen anneler…
Size sesleniyorum Şili’nin fikir işçileri; kapitalist toplumun avantajlarından bahsedip duran meslek örgütleri ve sendikalar tarafından yaratılan kargaşaya karşı çalışmaya devam eden yurtseverler…
Size sesleniyorum, ülkemin gençleri, öğrencileri, şarkılarını söyleyenler, bize neşelerini ve mücadele ruhunu verenler…
Size sesleniyorum Şili’nin insanları, işçiler, köylüler, aydınlar, zulüm görecekler;
ülkemizde faşizm saatlerdir iş başında.
Harekete geçmesi gerekenlerin sessizliği karşısında terörist baskınlar yapıyor, köprüleri havaya uçuruyor, demiryollarını kesiyor, gaz ve petrol borularını imha ediyorlar.
Suçludurlar.
Tarih onları yargılayacaktır!

Hiç kuşku yok ki Magallanes Radyosu susturulacak.
Sakin ve metalik sesim size ulaşamayacak.
Sorun değil.
Sesimi duymaya devam edeceksiniz.
Her zaman yanınızda olacağım.
En azından, onurlu ve ülkesine sadık bir adam olarak hatırlanacağım.

Halkım kendini savunmalı ancak kurban etmemelidir.
Halkım, kendisinin yok edilmesine veya kurşunlarla delik deşik edilmesine izin vermemeli, ancak aşağılanmaya da izin vermemelidir.

Ülkemin işçileri, Şili’ye ve yazgısına inanıyorum.
Başka insanlar, ihanetin galebe çaldığı bu karanlık ve acı anı yenecekler.
Siz de bunu bilerek ilerlemeye devam edin; er ya da geç, o büyük caddeler tekrar açılacak ve özgür insanlar yeni bir toplum oluşturmak için o caddelerden yürüyecekler.

Yaşasın Şili!
Çok yaşa halkım!
Yaşasın işçiler!

Bunlar benim son sözlerim, fedakârlığımın boşuna olmadığından eminim.
Sonunda, en azından, suçu, alçaklığı ve ihaneti cezalandıracak bir ahlak dersi olacak.

Santiago de Chile, 11 Eylül 1973

0000

Afet Ilgaz - Belki bizi bu birleştirecek

Bu merdiven boyama işi önce bana işlevsiz bir heves gibi gelmişti.
Ama ülkeye yayılınca bu durum üzerinde düşünmeye başladım.

Hakkari’de bile esnaf mervivenlerini ve sokağını boyamaya başlamıştı.
Şimdiye kadar polise taş atan çocuklar bölgesi diye bildiğimiz ve esnafının da kepenk kapatmaktan başka bir vesileyle anılmadığı Hakkari’de, aynı esnaf neşeli halleriyle yaptıkları işten duydukları memnuniyeti gösteriyorlardı.
Hayata gülümsüyorlardı.
Hakkari’nin başka bir yanını gördük.
O sıcak gülümsemelerden aldığım takviyelerle,  "Acaba bu gibi eylemler bizi birleştirebilir mi" diye düşündüm.
Bir ülke halkının sadece korku değil, böyle düşünce ve duyguları hissetmesi ne kadar ferahlatıcı!

Şimdi kadınlar, gençler, esnaf, iktidarın tek tip, tek renk, tek hakimiyet ve tek korkudan ibaret bunaltıcı ağırlığını bu eylemlerle de reddediyorlardı.

Eskiden de böyleydik biz.
PKK sıkıştırması ve baskısı, kanunsuzluklar, hukuksuzluklar, haksız tutuklamalar, bunu takip eden en büyük facia Suriye ile savaş hevesleri bu yakınlığı, dostluğu anlaşılmaz veya anlaşılabilir bir uzaklığa dönüştürdü.

***

Seçmenin yüzde 46’sının AKP’ye oy verdiği Hatay’da da buna benzer bir dönüşüm başladı.
Artık halk hesap sormasını, durumu sorgulamayı biliyor.
Yani bu, iktidarın korkmakta haklı olduğu geniş ve etkili bir muhalefet demektir.

Merdiven boyama eylemlerindeki sarıcı ve etkileyici enerjiye dikkat edin.
Kimse yaptığı işten yorulmuş, sıkılmış, bıkmış görünmüyor.

Gezi olaylarında da öyleydi...

Gençler, kendilerine yabancı gelen iktidarın etkisini binbir türlü hayranlık verici eylemle ortaya koydular.
Sadece çiçek yetiştirmediler, şarkı söylemediler, resim yapmadılar, dostluklar oluşturmadılar, yeryüzü sofralarında iftar etmediler, Mirac gecesi Mevlid dinlemediler...
Öldüler, yüz - gözlerini kaybettiler, yaralanarak hastaneleri doldurdular, hâlâ komada yatan var...

Bu anlamlı halk muhalefetini, zekaya ve cesarete dayanan muhalefetin yaygınlaştıkça, bizi birleştireceğini umuyorum.

0000

Hasan Pulur - "Yalannnn!"

İmralı’da Abdullah Öcalan’ı sorguya çeken Savcı Talât Şalk, o günleri anlatırken "PKK suç örgütüdür" der.

Savcıya göre, PKK’nın en önemli amacı, devlet tarafından siyasi muhatap kabul edilmesidir.

Peki, Öcalan, bu amaca ulaşabilmiş midir?

Herhalde bunun cevabı olumlu olacaktır.

İmralı görüşmeleri ortada, "APO" ve "PKK" için "Devletin siyasi muhatabı" değildir, diyebilir misiniz?

***

Onun için gerçeği kabul edelim.

Kendimizi aldatmayalım.

Nasıl mı?

Öcalan’ı sorguya çeken Savcı Talât Şalk, Yavuz Donat’a naklen bir anı anlattı.(*)

***

Evren, Cumhurbaşkanı, Turgut Özal da Başbakan, PKK dal budak sarıyor.

İçişleri Bakanı da Mustafa Kalemli, Güneydoğu’ya şöyle bir gidip etrafı kolaçan edecektir...

İçeride, Hakkâri Valisi’nin (Rahmetli Hayri Kozakçıoğlu) odasında brifing veriliyor:

Diyarbakır Bölge Asayiş Komutanı Korgeneral, Hakkâri Valisi, bölgeden sorumlu Tuğgeneral ve MİT Bölge Başkanı...

"PKK etkisiz hale getirilmiştir.
Bölge huzur içindedir.
Endişe edilecek bir şey yoktur"

Arkadan bir ses yükselir:

"Yalannn.."

Tuğgeneral "Susmam" diye devam eder:

"Burada Bakan’a yalan söyleniyor.

Hiçbir şey sona ermemiştir, mevsim kış, her yer kar, eriyince her şey eskisinden kötü olacak!"

O, Tuğgeneral Altay Tokat’tı.

Akşam orduevindeki yemekte Tuğgeneral’e takılırlar:

"Çok açık sözlüsün!"

"Herkes birbirini kandırıyor"

***

Artık kandırmaktan vazgeçelim.

Gerçeği gören Savcı Şalk’ın, on yıl önce tespit ettiği durumu, Abdullah Öcalan "gerçekleştirmiş"tir.

Devletin siyasi muhatabı olmuştur.

Halep ordaysa, arşın da buradadır.

PKK’nın yüzde 80’i de dağlardadır.
Başbakan çekilen yüzde 20 dediğine göre...

0000

Melih Aşık - Neresi Doğru Ki….

Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği önceki gün 28 Şubat davasıyla ilgili bir açıklama yaptı.
Açıklama özetle şöyle:

"Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 9 Ekim 2012 tarihli yazıyla bizden 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısına ait ses kayıtlarıyla tutulan tutanakları istedi.
MGK ve CMK kanunlarına aykırı olduğu için bu isteği reddettik.
Söz konusu tutanaklar yetkili mahkeme tarafından (28 Şubat davasına bakan Ankara 13.Ağır Ceza Mahkemesi) talep edilmesi halinde mahkemeye sunulacaktır"

Bu açıklamadan çıkan sonuç mu?
Hukukçu Şahin Mengü’yü dinliyoruz.

"28 Şubat davasıyla ilgili iddianamenin en temel iddiası 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısında alınan kararlarla post modern darbe yapıldığıdır.
MGK Genel Sekreterliği’nin açıklamasından anlaşılıyor ki 28 Şubat davasını açan savcılar iddianamelerini, bu davanın en önemli belgesi olan 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısının ses kayıtlarını görmeden hazırlamışlardır.
Sadece bu durum bile iddianamenin baştan sakat olduğunun kanıtıdır.
Yine bilindiği üzere MGK kararları genelde oybirliğiyle alınır, ki 28 Şubat 1997’deki kararlar da böyle alınmıştır.
O zaman neden bazı MGK üyeleri için dava açılıp bazıları için açılmadığının da savcılar tarafından izahı gerekir"

Sarıgül muamması

Mustafa Sarıgül CHP’de soru işareti olmaya devam ederken...
Genel merkezin de bu konuda tereddütleri olduğu biliniyor.
Nedir onlar?
Genel Merkez’den bir dostumuz anlatıyor:

- Mustafa Sarıgül, CHP’den 2004 yılında, o günkü Genel merkez yönetiminin kitapçık halinde derlediği...
Somut belgelere dayanan bazı yolsuzluk suçlamaları nedeniyle Yüksek Disiplin Kurulu tarafından oybirliğiyle ihraç edilmişti.
CHP tüzüğüne göre ihraç kararının kaldırılması için önce ilgili şahsın müracaatı olacak.
Parti Meclisi müracaatı görüşecek.
PM, ihraç kararını hangi gerekçeyle kaldırabilir?
Ya, "Geçmişte kendisine iftira edilmiş" diyecek ya da "Suç sabit ama biz sırf seçimi kazanabilmek için kendisini affediyoruz" diyecek.
Ben bugünkü PM’nin bu iki seçeneği de rahatça kabul edebileceğini sanmıyorum.

- O zaman bu iş nasıl olacak?

- Sarıgül’ün önerdiği formül şu; Genel Merkez, partide genel bir af çıkarsın, ihraç edilen herkes, bu arada ben de döneyim, diyor.
Ama istediği sadece bu değil.
Bir sürü siyaset arkadaşının da kimi ilçelerde belediye başkan adayı, kimi ilçelerde meclis üyesi adayı  gösterilmesini, yani adeta İstanbul’un kendisine teslim edilmesini istiyor.
Sonraki hedefinin Genel Başkanlık olacağı yolunda güçlü tereddütler yaratıyor.
Bunun rahatça kabulü de herhalde parti açısından kolay değildir.

ABD, İngiltere gibi ülkeler "ileri demokrasi" ye niye hâlâ geçmez anlamam...

Hâlâ parlementoya sorma -danışma- onay alma gibi işlerle uğraşıyorlar.

Demet Özel

EZA

Ankara’da devam eden 28 Şubat davasında siyah saçlı kimse yok...
Tüm sanıklar beyaz saçlı veya saçsız...
Çünkü yaş vasatisi 60-80 arası...
Çoğu hasta...
Başbakan Erdoğan’ın "Cezaevinde mamayla beslenenler var" dediği eski Jandarma Komutanı Teoman Koman duruşmada bayılınca tahliye edildi.
Peki 15 ay neden boşuna hapis yatırıldı...

Avukatı Celal Çelik bunu şöyle izah etti:

- Prof.Haberal’ı tedavi eden doktorların tutuklanmasından sonra ne yazık ki, doktorlar rapor tanzim etmekten korkuyor...

Doktorlar korkuyor yerine korkutuldular demek daha doğru tabii...

Silivri’de de Rektör Hilmioğlu ve pek çok sanık ağır hasta olduğu halde aynı sebepten tahliye edilmiyor.

Türkiye’deki aydınları "iktidar değişikliği istemekle" suçlayan

AKP’nin Mısır ve Suriye’deki silahlı terör örgütlerini iktidarı değiştirmeye teşvik etmesi suç değil mi?

***

AKP karşıtlarının Gezi ruhu varsa;

AKP yanlılarının da pala ruhu var.

Akif Kökçe

Aday

Yerel seçimler aday adaylığı için özellikle CHP’de büyük bir yarış var...

Örneğin Çankaya belediye başkanlığı için başvuranların sayısının 30’u geçtiği bildiriliyor.

İlçe Belediye Başkanlık adaylığı 5 bin lira.

Belediye meclis üyeliği için adaylık başvurusu 2 bin 500 lira...

Adını kimsenin bilmediği, şansı hiç bulunmayan kişiler bu adaylıklara neden başvurur?

"Bundan sonraki seçimlere yatırım", olarak değerlendiriliyor bu hamle..

0000

Arslan Bulut - Kimin elleri kanlı?

ABD’nin Suriye’ye askeri müdahalesinin oylanmasını öngören metnin Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde görüşülmesi sırasında, Dışişleri Bakanı John Kerry ve  Savunma Bakanı Chuck Hagel, hemen arkalarındaki izleyici sıralarından  "kanlı eller"  ile protesto edildi.
İzleyiciler,  kırmızıya boyadıkları ellerini Kerry konuşurken yukarıda tuttular...

Arka plandaki kanlı ellerle birlikte Kerry’nin yüzü korkunç görünüyordu.
Protestoculara güvenlik güçlerinden herhangi bir müdahale gelmedi.

TBMM’de Ahmet Davutoğlu veya Tayyip Erdoğan, Suriye’ye müdahaleyi savunurken, bir grup gencin izleyici sıralarından kalı ellerini havaya kaldırdığını düşünelim...
Hemen gözaltına alındıkları gibi haklarında yıldırım hızıyla dava açılır, uydurma suçlamalarla en az 30 yıl hapisleri istenir...

***

Elleri kanlı olduğu ileri sürülen Kerry, Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nde konuşurken "NATO üyesi Türkiye, operasyonun parçası olmayı önerdi" dedi!

Yani elini daha fazla kana bulamak isteyen başkaları da var.

Tayyip Erdoğan, Suriye’de 100 bin kişinin katledildiğini belirterek, sadece kimyasal silah kullanımının değil, öncelikle bu suçun cezalandırılması gerektiğini söylüyor.
Doğru söylüyor!
Muhalefet adı altında, Libya’dan, Afganistan’dan, Pakistan’dan, Mısır’dan ve Türkiye’den savaşçı temin etikten sonra  "lojistik destek" vererek onları Suriye’ye gönderen; böylece, yakın zamana kadar huzur içinde yaşayan bir ülkeyi kana bulayanlar 100 bin kişinin öldürülmesinden sorumlu değil midir?

Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Aleksandr Lukaşeviç, "Şam yakınlarındaki mini reaktör veya diğer nükleer tesislerin vurulması halinde tüm bölge radyoaktiviteye maruz kalır" diyor.

100 binlerce kişinin daha ölmesine yol açabilecek böyle bir saldırıdan kim sorumlu olur?

Yoksa Amerikan saldırısına verilen gönüllü destek, kendi döktürdüğü kandan karşı tarafı sorumlu tutmak, yani kendi suçunu örtbas etmek için midir?

***

Üstelik, Rusya Dışişleri Bakanlığı, Birleşmiş Milletler’e de sunduğu 100 sayfalık raporda, 19 Mart tarihinde Han el Esel’de düzenlenen kimyasal saldırıda kullanılan füzenin, Suriye ordusunun standart mühimmatına değil, ülkenin kuzeyindeki muhalif grup Beşeyr el Nasır Tugayı’nın ürettiği roket güdümlü kılavuzsuz füzelerin tipine ve parametrelerine uyduğunu açıkladı.

İran’da İngilizce yayın yapan Press TV ise kimyasal saldırıda kullanılan silahların Suriye’ye Türkiye’den sokulduğunu iddia etti.
Bu arada "eski Meclis üyesi Muhammed Güneş"de Press TV’ye yaptığı açıklamada  "Dört ay önce el Kaide ve el Nusra militanlarının kaldıkları evleri arayan Türk güvenlik güçleri, sarin gazı içeren iki kiloluk bir tüp buldu.
Suriye’ye zehirli gaz götürmek için sınırlarımızı kullanıyorlar"
dedi.

Gerçekten de Adana Emniyet Müdürlüğü’nün, Reyhanlı katliamının ardından başlattığı El Nusra Cephesi’ne yönelik operasyonda iki kilo sarin gazı ele geçirilmişti.

Bu durumda kimin elleri kanlı oluyor?

***

TBMM Başkanı Cemil Çiçek ise gündemdeki bütün olayların hep İslam dünyasında meydana geldiğine dikkat çekerek, "Neden Avrupa’da olmuyor da İslam toplumlarının olduğu yerde oluyor.
İslam barış ve esenlik dini ama her yerde tekbir getirerek birbirinin gırtlağına sarılıyorlar.
Bunu din mi, Peygamber mi emrediyor?
Yoksa dinin uluları mı böyle söylüyor, buna bir kafa yormak lazım"
diyor...

Din ve Peygamber, vatan savunmasını emrediyor.
Ayrıca Kur’an, Müslümanlar arası savaşta, barışın sağlanmasını emrediyor.
"Komşu Müslüman ülkeleri bombalasın diye Haçlı ordularını çağırın, hatta onlarla gönüllü koalisyon kurun" demiyor Sayın Çiçek...



a45UyF587661-201307301451-05
^^^^^ - vvvvv
 

zaryop:jaro

Hic et ubique terrarum
Burada ve dunyanin her yerinde (Sorbonne dovizi)

Latin Atasozu
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Kurmus oldugum gruba uye olun
Moderasyonsuz, sansursuz ve ozgur bir gruptur:
Ozgur_Gundem-subscribe@yahoogroups.com
Ayrilmak isterseniz de :
Ozgur_Gundem-unsubscribe@yahoogroups.com

Grup Sayfamız :
http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz.
http://orajpoyraz.blogspot.



0 Comments:

Post a Comment

Subscribe to Post Comments [Atom]

<< Home


Real Estate