Tuesday, September 10, 2013

(GugukluhayaT) 05-Mustafa Balbay - Mümtaz Soysal -Erdal Atabek sizin için yazdı.


Mustafa Balbay - İlk Mektup

ankcum@cumhuriyet.com.tr

Sincan’da yeniden bir hayat kurarken, yaşadığım "ilk"ler de ister istemez beynime kazınıyor.

İlk karşılaştığım infaz koruma memurları...

İlk ziyaretçiler...

İlk mektuplar...

İnfaz koruma memurları oturdukları semtin adını söyleyince, her bir semt ete-kemiğe bürünüyor, bir suret gibi görünüyor.
Çoğuna konferans için gittiğim aklıma geliyor, o günler gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor.

Aramızda birkaç duvar olsa da koğuş komşularım çoğunlukla Ankara’nın Yenidoğan ve Çinçin semtlerinden.
Özgürlükte ayda bir kez bir gecekondu semtinde kahveye gider, çay içer, sohbet ederdim.

Yenidoğan’da alıştığım bir kahve vardı.
İlk gidişteki sohbetimizi köşe yazısı yapmıştım.
Yazıyı kahveye asmışlardı.
Çocuk yaştaki garson beni görünce, "Buraya gelince yazı yazan abi geldi" derdi.

***

İlk ziyaretçilerim Ankara’ya gelişimin hafta başından itibaren birer gün arayla Utku Çakırözer, Emin Çölaşan ve Saygı Öztürk, Aytun Çıray oldular.

Ankara sevincimi ilk onlarla paylaştım.
Her şeyden önce aileme daha yakın olmanın getirdiği mutluluk...
Mekân değişikliğini yeni bir soluklanma, yeni bir enerji dolumu, yeni hedefler koyma olarak görüp, bunların heyecanını paylaşmak...

Silivri’de beni dışarıdaki hayata en çok bağlayan, "sosyal avukatlarım" dediğim, her biriyle tam bir aile olduğumuz o güzel dostlardı...

Benzer dostlukları Ankara’da kuruyoruz.
Böylesi dostların kıymetini anlatamam.

***

Söz uçar yazı kalır ya...
Dışarıyla kurduğumuz bağın en önemli halkası aldığım mektuplar...

Yazı aramızda, 22 Ağustos’ta Ankara’ya gelişin ertesi günü 5 adıma 14 adımlık havalandırmada koşarken, "acaba ilk mektup kimden, nereden gelir" diye düşündüm...

25 Ağustos’la başlayan haftanın ortasında postadan sorumlu memurun getirdiği mektup demetinin en üstünde Ordu damgası vardı.
Tüm mektupların damgalarındaki tarihe baktım ilki 23 Ağustos damgalı bu Ordu mektubuydu.

Ordu Fen Lisesi’nden bir öğrenci yazmış.

Genç kuşak mektuplarına ayrıca seviniyorum.
Gençler bizim hem bugünümüz hem geleceğimiz.

Mektubun sonuna, ad soyad imza ve Ordu Fen Lisesi yazmış, yaşını eklemiş.
İlk bakışta 175 diye okudum, şaşırdım.
Hemen fark ettim ki 17’den sonra küçük virgül var.
Tabii ya, o yaşlarda buçuk da önemli.
Aslan mektuptaşım benim 17.5 yaşında.

Sıcak mektubun çok sıcak yanları dışında özetini paylaşmak isterim:

"Değerli Mustafa Babam/Abim,

Hitap sözcüğünü bulamadım.
Zaten nereden başlayacağımı bilemeden yazıyorum bu satırları.

Benim için güçlü, saygın insanlara verdiğim en güzel unvan "abi" oldu bugüne kadar.
Lakin tam da babam yaşındasınız.
Baba diye de hitap etmekten kendimi alamadım.
Sebebi sadece yaşınız değil, tahmin etmişsinizdir.

Bizim yaşayacağımız hayatı, kendi hayali hayatınızdan üstün tuttunuz.
Evlatlarınız bedel ödedi ama, siz evlat onlar da kardeş kazandı...

Her ıstıraba karşı alnınız ak, başınız dik kalma mükafatı kazandınız.

Ancak ve ancak yüzünüzü bizden uzak tutabilirler.
Bir de eski günleri yâd etmek için program kayıtlarınızı izlerken ağlatırlar bizi.
5 yılda ancak saçınızı aklaştırabilirler, asla sizi unutmayız.
Yine dost meclislerinde sizi konuşuruz, bizden daha küçüklere sizi anlatırız.

Biz senden razıyız, sen de bizden razı ol babam.

Kargacık burgacık harflerle yazmış olsam da mektubun size ulaşması benim için bir onurdur.
Umarım size göndereceğim son mektup budur ve bir dahaki seferi sizi okulumuzda söyleşi yaparken görürüm"

Böylesi anlarda kendime şunu söylerim:

Balbay arkadaş, bu sevgiyi hak etmelisin, daha çok üretmelisin...

İlk mektup güzel bir Ankara başlangıcı oldu.
Özgürlüğe koşar gibi...

-                            -                            -                            ^^^^^ - vvvvv

Mümtaz Soysal - Gereksiz Yaralanma

mutazsoysal@gmail.com

AKLIN alabileceği bir durum değil: 8 Eylül akşamı Buenos Aires’te yaşanan olimpiyat hezimetini yorumlayan insanlarımızın sözleri insanı şaşırtıyor.
Oysa, büyük çoğunluğu doğrudürüst eğitim görmüş, beyin sağlığı da yerinde kişilerdir hepsi.
Fakat, hiçbiri "Biz zaten çeşitli spor alanlarındaki başarı derecelerimizin düşüklüğü yüzünden olimpiyatlara katılacak düzeye gelmemiştik; katılma isteğiyle ortaya çıkmamız yanlıştı" diyemedi.

Medyada da böyle bir düşünce ileri süren kimse olmadı.
Herkes, olimpiyatların temel koşullarından biri olan bu konudan hiç söz etmeden dış politika ve tanıtımdan başlayıp turizmden şehirciliğe ve yeni spor tesisleri mimarlığından dış ticarete kadar binbir konuda nasıl yararlı olacağını sayıp döktü.
Öyle bir hava Sayın Başbakan’ın da aşka gelip olimpiyatları en önemli başarı kozlarından biri olarak görmesine yol açarak siyasal yaşamının zararlı yanlışlarından birini yapmaya çekmiş oldu.
O her zamanki baş dönmesinin etkisiyle böyle bir yanlışa sürüklenmiş olsa bile hâlâ "yanından uzaklaştıramadığı" danışmanlarınca uyarılamaz mıydı?

Sayın Başbakan bu olayı hiç unutmayacaktır.
O unutsa bile İstanbul’da olimpiyat düzenleme şişinmesinin ardından gelen fiyasko Türk dış politika tarihinin hüzün verici sayfalarından biri olarak hep zihinlerde kalacaktır.

Başbakan açısından belki de bu tersliğin, daha doğrusu başarısızlığın yine de şöyle bir yararı olabilir: Kim bilir, Sayın Başbakan belki Türkiye’yi olimpiyatlara sokmuş siyasetçi olmanın şerefini kazanabilmenin çekiciliğine dayanamayıp böyle bir işe kalkışmış olabilir.
Bundaki başarısızlık hiç değilse büyüklük kompleksinin dürtüsüyle şan şeref vaat eden her fırsata hemen sarılmanın yanlışlığını gösterdiği için bu ders hep aklında kalır ve kendi onuruyla birlikte ülkesinin onurunu da zedelemekten uzak kalabilme dersini böylece öğrenmiş olur.

Hayırlara vesile olan başarısızlıklar da vardır bazı kişilerin yaşamında.

-                            -                            -                            ^^^^^ - vvvvv

Erdal Atabek - Eğer Ağlasaydım!..

erdalatak@superonline.com

İnsan elbette ağlar da.

Hüzünlenir ağlar.
Üzülür ağlar.
Sevinir ağlar.

İnsandır, ağlar.

Neden ağladığını bildiği zaman da vardır bilmediği de.

Sessiz sessiz de ağlar, hıçkırıklara da boğulur.

Kimi zaman ağlayanlara gıpta ederim.
Ağlamam zordur.
Neden zordur, onu da bilmem.

Ama ağlasaydım eğer?

***

Yurduma ağlardım önce.
Hıçkıra hıçkıra ağlardım.

Nereden nereye geldiğine bakıp ağlardım.

Atatürk’ün ülkesinin bugününe bakıp bakıp ağlardım.

Dünyanın en saygın ülkesi iken başka ülkelerin peşine takılmış kömür vagonu durumuna bakardım da ağlardım.

Akıl ülkesi olma yolundan ayrılıp dogmaların körüne takılıp gidenlerin ülkesi olmasına şaşardım da ağlardım.

Hapislerde yatan ülkemin yüz akı insanlarının durumuna nasıl olup da bir şey yapamadığımıza yanıp ağlardım.

Ülkemin yoksulunun iş sahibi yapılmak yerine nasıl dilenci yapıldığına bakardım da ağlardım.

Ülkemin varsılının "Ben bu varlığı hak ediyor muyum?" demek yerine iktidar yalakalığına sığınmasına bakar da ağlardım.

İnsanların nasıl malların peşinde koştuğunu görürdüm de ağlardım.

Eğer ağlayabilseydim?

***

Irak’ta ölen milyonlarca insanı düşünür ağlardım.

Bu cinayetlere benim ülkem nasıl oluyor da destek oluyor diye hüngür hüngür ağlardım.
Bunca ölüme iki damla gözyaşı yetmez derdim.

Mısır’da vurularak ölen Esma için elbette ağlardım.
Neden benim ülkem, Mısır halkını meydanlara çıkmaya kışkırtıp da bunları körüklüyor diye düşünüp ağlardım.

Neden biz Suriye’de iç savaşı kışkırtıp bir tarafa yandaş oluyoruz diye düşünüp ağlardım.

Nedir bu ülkemin "Bizi tutmayın da saldıralım" diye koşturup durması derdim de ağlardım.

Büyük Atatürk’ün "misakımilli" sınırlarını çizip ne dışına karışan ne içine karıştıran bağımsız politikasını bırakıp başkalarının maşası oluyoruz diye ağlardım da ağlardım.

Ama ağlayamıyorum işte.

Keşke ağlayıp açılsaydım diyorum ama tıkanıp kalıyorum.

***

Ağlamanın faydası yok, biliyorum.

Ağlamak yerine ayağa kalkmak gerekiyor.

Ayağa kalkmak.

Benim gibi düşünenleri bulmak.

Benim gibi içi acıyanlarla buluşmak.

Sonra da birleşmek.

El ele tutuşmak, yürek yüreğe buluşmak.

Sonra da hep birlikte yürümek.

Zulmün üstüne yürümek.

Haksızlıkların üstüne yürümek.

Adaletsizliklerin üstüne yürümek.

Seçim sandıklarına yürümek.

Doğru bir iktidara yürümek.

Uygar, bağımsız, laik bir ülkeyi yeniden yaratmak için yürümek.

Ağlamak değil, buluşmak.

Ağlamak değil, birleşmek.

Ağlamak değil, anlamak.

Anlamak, yapmak ve değiştirmek.

Ondan sonra da,

Hak edilmiş sevinçle ağlamak…



a45UyF587661-201307301451-05
^^^^^ - vvvvv
 

zaryop:jaro

KARA CIZGILER
. . . . . .
dogada ilk kirlenmedir
ulkelere
bolunmesi
yeryuzunun

Fazil Husnu DAGLARCA
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Kurmus oldugum gruba uye olun
Moderasyonsuz, sansursuz ve ozgur bir gruptur:
Ozgur_Gundem-subscribe@yahoogroups.com
Ayrilmak isterseniz de :
Ozgur_Gundem-unsubscribe@yahoogroups.com

Grup Sayfamız :
http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz.
http://orajpoyraz.blogspot.



0 Comments:

Post a Comment

Subscribe to Post Comments [Atom]

<< Home


Real Estate