Friday, December 13, 2013

(GugukluhayaT) 05-Diyorlar ki, Özal yaşasaydı, tüm sorunlar çözülmüş olacaktı, doğru mu bu?

Ben doğrusun söyleyeyim.
Aslında bütün hükümetler, hatta en milliyetçi sayılan MHP ve en ulusalcı sayılan CHP koalisyonu döneminde dahi sorunlarla yüzlemekten kaçınıldı.
Tıpkı bir dantel örer gibi, her hükümet döneminde bu günlerin şartlarını hazırlamak için yine bizim hükümetlerimizi kullandılar.
Özellikle Ecevit, küresel oligarkların ekonomik şantajını daha önce bizzat yaşadığı için en kolay boyun eğenlerden oldu.

Keşif Güç, Çekiç Güç, 36. paralelin kuzeyi, 32. paralelin güneyinde uçuşa yasak bölge.
K.Irakla hükümetimizin petrol sözleşmeleri, tankerlerle kaçak petrol ticareti, ihracat yolu olarak Irak'ın kullanılması, Türk bölgelerinden sınır kapısı açılmaması, Kürt bölgelerinden geçen Türk tırlarından  alınan haraçlar, uyuşturucu ticaretiyle PKK finansmanı, uyuşturucu ticareti ve kaçakçılıkla yoluyla Kürt zenginlerin türetilmesi, Barzaninin Türkiye ve Bulgaristanda ticari yatırımları, Kuzey Iraklı uyuşturucu baronlarının, savaş lordlarının ticari ortak olarak seçilmeleri.

Hani derler ya ayne öyle.
Bugün dötümüze giren kazığı bizzat biz sivrilttik.
Bizi buna zorladılar.
Hükümetlerimizde sert yüzleşmelerle hırpalanmama şerrine, sorunu bir sonraki hükümete öteledi.
Kazık büyüdü, sorun büyüdü.
Şimdi oldu bittilerle, halkı sanki zorunlu bir kadere boyun eğme noktasına getiriyorlar.
Bu seferde AKP hükümeti boyun eğiyor.

Bunların hepsinde bizim hükümetlerimizin dahli  vardır.
Dürüst olmak gerekirse ateşten top AKP hükümetinin elinde patlamıştır.
Ama Sezarın hakkı Sezara, en elverişli, en uyumlu, en akordlu işbirlikçi de AKP hükümeti ve The Cemaat olmuştur.
Emin olun bunların işbirliği kabiliyetleri karşısında, Amerikalıların kendileri bile hayretlerden hayretlere düşmüştür.
Bu bir bakıma hayırlı da olmuştur. :))

Sorun büyük, Amerika ve küresel oligarklarla yüzleşmeden hal yolu yok.
Kafa kaldıracak, mücadele edeceksiniz.
Size ekonomik şantaj yapacaklar.
Askeri tehditler olacak.
İç siyasetinizi karıştıracaklar.
Suikastler, şantajlar, örtülü harekatlar, psikolojik operasyonlar.
Borçlarınız, döviz açığınızı, ithalat zorunluluğunuzu size karşı silah gibi kullanacaklar.
Siz de bir ekonomik savaşın şartlarına katlanacaksınız.
Refahınız düşecek, akaryakıt, tüp gaz, ekmek kuyrukları olacak.
Ama siz direnceksiniz.

Kolay değil, kolaya alışmış, tembelleşmiş, sıkıntıya tahammülü olmayan, toplumsal dayanışması, milli ruhu ölmüş bir kalabalık.
Adı bile tartışılan bir kalabalık.
Siz de bir politikacı olarak çıkacak ve bu ruhsuz kalabalığa anlatacaksınız.
Kan ve gözyaşı vaat edeceksiniz.
Ve o ruhsuz kalabalık size o verecek, onaylayacak, peşinizden gelecek, iktidarda tutacak.
Benim gördüğüm hiçbir siyasetçi buna cesaret edemiyor.
Herkes kerizi uyandırmadan, denizi bulandırmadan günü kurtarma peşinde.

Hatta şunu da biliyorum.
Darbeciler dahi böylesi bir yüzleşmeye cesaret edemiyorlar.
Ekonomik operasyonlarla yokluğa maruz kalan, küresel oligarkların tahrik ettiği kalabalıkların şerrinden onlar da çekiniyor.
Ne tekim çok örnekleri de oldu.
Emin olun, ülkenin tek başına kendi ayakları üzerinde durabileceğine iman eden birileri çıkmış olsaydı çoktaaaan on kere darbe olurdu.
Onlar da kerizi bulandırmadan, denizi bulandırmadan emekli olursak kar diyorlar.
O nedenle Ergenekon, Balyoz işleri tamamen safsatadır.

Yakında bir gün yıkılacak, ama o güne kadar, Amerika ve onun zenginleri çağımızın para imparatorlarıdır.
İmparator demek, tıpkı Osmanlı gibi başka ülkelere hanedan tayin eden, yani kral seçen devlet başkanı, hanedan demektir.
Misal Eflak-Boğdan eyaleti mi, Kazıklı Voyvodayı siz voyvoda yaparsınız, olmadı kardeşini, olmadı amcasın, olmadı tamamen başka bir hanedanı siz seçersiniz.
İbrahim Tatlıses ya da Fatih Terim gibi insanlarla ziyan edilecek bir ünvan değildir.
Mesela İngiliz hanedanı, Rochefeller hanedanı, Rotschilds hanedanları imparatorluk hanedanlarıdır.
Boru değil yani.

Ya boyun eğeceksiniz, ya baş kaldıracaksınız.
Chavezin yaptığı gibi ekonominizi küresel oligarkların sisteminden çözeceksiniz.
Elbette Venezüellanın ciddi şekilde petrol gelirinin olması önemli bir avantaj.
Ancak, başka yolu da yok.




Ya da Fransa'nın yaptığı gibi yapacaksınız, ara ara baş kaldırıp, ara ara boyun eğeceksiniz.
Bir tür tango gibi dans edeceksiniz.
Bir ileri, bir geri.
Ama her zaman vazgeçilmez bir yanınız olacak.
Bunun için herşeyden önce, tıpkı Fransa'nın yaptığı gibi Amerikan gizli servislerini ülke topraklarında kontrol altına alacaksınız, izleyecek, ve dizginleyeceksiniz.
Milli ekonomi, milli hedefler, milli stratejiniz, taktikleriniz olacak.
Gayretleriniz  olacak.
Fransa ve Almanya'nın ekonomik ve siyasi yakınlaşmasının en büyük sebeplerinden birisi budur.
ABD hegomanyasına karşı güç bulmak.

Bizde olansa en kötüsü, dans falan değil, direk alta yatmış durumdayız.
Tıfıl yeni gelin gibi, ne yaparlarsa yapsınlar katlanmak zorundayız.
Aleyhimize olduğu apaçık olan anlaşmaları imzalamak, askeri, siyasi düzenlemeler boyun eğmek zorundayız.
Bu durumda da şikayet etmeye hakkımız dahi kalmıyor.

Bir ara, K. Irak, Muavenet karşılıklı sertlikler ve yumuşaklıklarla iş yürür gibiydi.
AKP ve The Cemaat döneminde asker, cemaat, partiler hepsi topluca kucağa oturdu.
Herkes birbirine karşı şantaj aracı yapıldı.
Kimse uzlaşmayı bir an bile düşünmedi.
Şimdi de aynı.
Ya Recep Tayyip ERDOĞAN(RTE) The Cemaati bitirecek ya tersi olacak.
TSK uzun süre yediği darbeleri sindirmekle meşgul.
Ama o da bir tehdit ve şantaj aracı.
Şimdi değil belki, ama ileride.

Bizde de Venezüella, Fransa ya da Almanya gibi olabilir mi?
Olur, bal gibi de olur.
Bunun için herşeyden önce ülkede milli hedeflerimize zarar veren batılı güçlerin her anlamda at oynatmasını engellemeli, dizginlemelisiniz.
Yanlış anlaşılmasın, bütün yabancıları döve döve ülkeden atalım demiyorum.
CIA, NSA, FBI, MI5-6, MOSSAD bürolarını ve faaliyetlerini denetim altına alacak, hatta sınırlayacaksınız.
Tıpkı Fransanın yaptığı gibi siyasal yalnızlığa mahkum olmamak için politik müttefikler arayacak, yeni işbirlikleri sağlayacaksınız.
Parasal operasyonlara karşı sigortalar oluşturacaksınız.
Her işinizde yedekleriniz olacak.
Misal doğal gaz mı, İran, Irak, Rusya, Kuzey Afrika hepsi birden olacak.
Enerji mi, nükleer, hidrotermal, güneş, rüzgar, fosil yakıt falan hepsi de bolca ve birbirinin yedeği olarak elinizin altında olacak.

Bütün bunları yapmak mümkün.
Ama tek şartla, çalışmak, çok çalışmak, inançla çalışmakla.
Amca-yeğen, ahbap-çavuş yöntemleriyle bunları başarmak asla mümkün olmaz.
Eğer bir gün bir başbakanın evladı da Güneydoğuda şehit olursa,
Eğer bir gün Koç ya da Sabancı ailesinden birileri de sıcak çatışmalarda yer alırsa.
Bu iş olur.

Ben oğlu güney doğuda şehit olumuş çok subay ve general bilirim.
Tam tersi generaller de vardır, o da yok değildir.
Ama hiçbir siyasetçinin, zenginin evlatını istisnai olarak dahi milli sıkıntılar içinde yer tuttuğunu görmedim.

Unutmayın, Falkland savaşında Prens Andrews helikopter pilotu olarak görev aldı, ve ateş altına da düştü, gazi oldu.
Prens Harry ise ara ara ama uzun sürelerle Afganistan'da görev yapmıştır.
Ve hala daha oralarda.
Büyük millet, büyük devlet budur.
Kraliçe Elizabet bilmiyor mu, evlatlarını oralardan uzak tutamaz mı?

Saygılar
Oraj POYRAZ
--------------


Diyorlar ki, Özal yaşasaydı, tüm sorunlar çözülmüş olacaktı, doğru mu bu?

İşte resim, iyi bakınız, ortada beyaz gömlekli olan rahmetli Özal, tarih; 7 Eylül 1992.Beyaz gömlekli, gözlüklü, şişmanca olan, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal.
Hemen
solundaki eşi Semra Hanımefendi, sağındaki ise rahmetli Eşref Bitlis, orgeneral, dönemin Jandarma Genel Komutanı.
Bitlis Paşa’nın hemen sağ arkasındaki çelik başlıklı olan binbaşı ise benim.
Resimde Deniz Kuvvetleri Komutanı var, Olağanüstü Hal Bölge Valisi var, Hakkari Valisi ve Şemdinli Kaymakamı Seyfullah Hacımüftüoğlu var, yani bu resimde "Devlet" var.

Neden geldi Özal Şemdinli’ye?

Resmin çekildiği yer; Şemdinli Alan Jandarma Hudut Bölüğü.
Bu bölük Özal’ın gelişinden tam bir hafta önce, 30 Ağustos 1992’de teröristlerin imha amaçlı saldırısına uğradı.
Beş yüzden fazla terörist Irak’tan gelerek bölüğümüze, şafak vakti, imha etmek ve ele geçirmek maksadıyla saldırıda bulundu.
Olayı duyan Tabur Komutanı ve beş asker yardıma gitti, gün doğarken.
Yolda pusuya düştüler, mayına bastılar, biri ağır yaralandı ama o pusuyu geçip karakola vardılar.

Askerleriyle birlikte omuz omuza teröristlere karşı mücadele ettiler.
Sabah başlayan çatışmalar akşama kadar sürdü ve bu resimde gördüğünüz "Devlet" tabur komutanı ile beş askerinden hiç haber alamadı.
Akşam olduğunda teröristlerin çoğu yere serilmişti, canını kurtarabilenler kaçmaya başlamıştı.
Ancak, akşam haber alabildi "Devlet" bölgede olan bitenden.

Özal merak etmiş bu olayı, gidelim bakalım, nedir bu olay, yerinde görelim, diyerek Şemdinli’ye geldi, işte resmi.

Biz anlattık Özal’a olan biteni.
Irak’tan geliyorlar, dedik, Barzani bölgesinden ve Çekiç Güç’ün himaye ettiği bölgeden.

Biz anlattık Özal’a, sayıları kalabalık dedik, mevcutları bizden fazla.

Biz anlattık Özal’a, bizde olmayan silahlara sahipler, dedik, ellerinde Bikeysi otomatik tüfek var, RPG-7 roketatar var, Kannas keskin nişancı tüfeği var, dedik ve ele geçen bu silahları da gösterdik.

Yine gelecekler, dedik, Sayın Cumhurbaşkanım, yine saldıracaklar hem de bütün askeri üslerimize, köylerimize, hatta Şemdinli merkezine.
Onlar gelmeden biz gidelim, dedik,
biz Irak’a gidelim ve çatışmayı orada yapalım.

Dinledi bizi, Özal ve gitti.
Devlet Şemdinli’den gitti, onların yerine bir hafta sonra Irak’tan teröristler geldi ve 13 Eylül’de Aktütün’e, 27 Eylül’de Derecik’e saldırdı.
PKK’ya darbe vurduk, vurduk ama biz bir ayda tam 74 şehit verdik.
Şimdi soruyoruz kendimize, bu şehitlerimizin sorumlusu kim, diye?

Aslında başımıza gelecekler iki yıl öncesi, PKK’nın 1990’da yapılan IV.
Kongresinde planlanmış ama bizim haberimiz olmadı hiç.
Binbaşı Ersever’in yazdıklarını okuyunca,
başımıza ne gelmiş, neden gelmiş, bugünlerde anlıyoruz tümyaşananları.
Bakın nasıl anlatıyor Ersever;

" PKK’nın 92 yılı hedeflerinde Türkiye-Irak sınırının Türkiyetarafındaki sınır karakollarına saldırıp ortadan kaldırılması vardı ve planın ilk adımı buydu.
Böylece 330 kilometrelik sınır boyunca dizilen sınır karakolları kaldırılacak ve Türkiye tarafında bir kurtarılmış bölge yaratılacaktı.
Diğer yandan sınırın Irak tarafı zaten PKK’nın denetimindeydi ve sahada onlarca kampta binlerce militan, sabahtan akaşam kadar silahlı eğitim görüyordu.
Bu gücün
elinde onlarca çeşitli çapta havan topu, uçaksavar, binlerce roketatar ve on binlerce piyade tüfeği mevcuttu.
Apo bu silahlı gücü, sınır karakolları kaldırıldıktan sonra sınırın her iki tarafına konuşlandırmayı ve bu sahada Botan-Behdinan savaş hükümeti kurmayı amaçlıyordu"

Saldırıya uğradığımız yıl 92.Saldırıların planladığı yıl 90.Üstelik Şemdinli stratejik hedef seçilmiş terör örgütü tarafından, ne yazık ki, haberimiz olmadı bundan.
Üç buçuk eşkıyadan
hesap sorabilmek için koşa koşa gittik Şemdinli’ye ve gider gitmez saldırıya uğradık ama üç beş eşkıya tarafından değil, binlercesi tarafından, yazıklar olsun.
Size bu satırları yazan, işte o yılların Şemdinli Tabur Komutanı...

Özal ile birlikte Şemdinli’ye gelen Bitlis Paşa bizi can kulağıyla dinlemişti, hiç ses çıkarmadan, oldukça düşünceli bir halde, gün gibi hatırlıyoruz.
O da dinledi ve gitti.
Özal ve
Bitlis Paşa’nın Şemdinli’de gördüğü neydi;

"PKK sayıları 20 bini bulan bir silahlı güce ulaşmıştı.
Bu silahlı güç Şemdinli sınır hattına konuşlanmıştı.
Ellerindeki silahların teknik ve taktik olarak üstündü.
Amacı; hudut hattındaki karakollara imha amaçlı saldırı yapmak ve bir süre elde tutup halk ayaklanmasını başlatmaktı.
İmralı savaş hükümeti kurmaya hazırlanıyordu.
Bu silahlı güç Barzani bölgesinde Çekiç Güç yani ABD tarafından desteklenmişti"

Özal ve Bitlis bu gerçeği gördü ve gitti.
Hemen ardından duyduk ki Türk Silahlı Kuvvetleri Irak’a kapsamlı bir kara harekâtı yapacakmış!

Hem de kimden duyduk biliyor musunuz, Barzani peşmergelerinden.
Güneyde karakollarımız var Barzani peşmergelerine komşu, onlar anlattı bize, köylüler anlattı; Barzani ve Talabani Eşref Bitlis Paşa ile anlaşmış, peşmergelere silah, yiyecek, giyecek verilecekmiş, hatta dolar
üzerinden aylık maaş verilecekmiş, Türk Ordusu ile Barzani- Talabani peşmergeleri PKK terör örgütünü Irak’ta temizleyecekmiş.

Yıl 2013.Bakıyoruz haberlere, Barzani’ye silah ve cephane verildiğinden bahsediliyor.
Eğer ki ülkemizdeki siyaset Barzani’ye destek vermiş ise, işte bu dönemdedir, 1992’dedir.
Biz Şemdinli’de görev yaptığımız yıllardadır.
Şemdinli’de karakol baskınlarının yapıldığı süreçtedir.
Varsa aksini söyleyecek, buyursun çıksın, biz buradayız...

Dedikleri gibi de oldu.
Barzani ve Talabani’ye yardımlar yapıldı ve Derecik’te konuşlu Komando Tabur Komutanlığı unsurlarına yapılan saldırıdan tam bir hafta sonra, 3 Ekim
1992 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetleri Irak’a kapsamlı, belki yakın tarihimizin en kapsamlı kara harekâtını başlattı, biz oradaydık...

Plan şuydu:

Saddam saldırıları sonucu Irak kuzeyindeki sınır boylarında yaşayan Kürt köylüler geri çekilmiş, köylerini boşaltmıştı, tıpkı PKK saldırıları sonucu Türkiye’de boşaltılan köyler gibi.
PKK terör örgütü müştereken temizlenecek ve köylüler her iki tarafta da köylerine geri dönecek, sınır boylarında peşmerge karakolları açılacak, Türkiye ile Barzani-Talabani
sınır boylarını koruyacaktı.

Plan güzeldi.
Her iki tarafta da göçlerin trajedisi bu şekilde çözülmüş olacaktı.
Sınır güvenliği
sağlanmış olacak, PKK tarihten silinecek ve her iki tarafta güvenlik ve huzur hüküm sürecekti.

Rahmetli Eşref Bitlis Paşa’nın, aradan yıllar geçtikten sonra ana fikrinin ne olduğunu şimdi anlıyoruz.
Bitlis Paşa, Çekiç Güç himayesinde ve Barzani-Talabani bölgesinde sayıları 20 bini bulan bir terörist varlığından haberdardı.
Barzani ve Talabani’yi PKK’ya karşı verilecek mücadelenin içine çekmek ve çatışmaları Irak’ta yapmak istiyordu.
Çünkü bu 20 bin terörist, Türkiye’ye giriş yapar da eylemlere girişirse, ülkemizin
kan ve ateşe boğulacağını da çok iyi biliyordu.
Bu yüzden çatışmayı Irak’ta kabul etmek ve Türkiye’nin bundan zarar görmesini engellemek istiyordu.
Bu amaçla Irak kuzeyine
sayısız kereler gitmiş, hatta içinde bulunduğu helikopter iki kez ABD tarafından düşürülmeye çalışılmıştı.

Medyada çok yazıldı çizildi bu konu.
Buna rağmen Eşref Paşa planından vazgeçmemiş, Barzani-Talabani ile anlaşmış ve planlandığı gibi 3 Ekim’de kara harekâtını başlatılacaktı.
Ama ABD Eşref Paşa gibi düşünmüyor ve harekâtın yapılmasını engellemeye
çalışıyordu.
Bu ABD, harekâta ilişkin düşüncesini göstermek Türkiye’yi bu kararından vazgeçirmek için, harekât ile aynı günlerde yani harekâtın başlayacağı günlerde, Ege
denizinde bir tatbikatta olan "Muavenet Zırhlımızı" vurdu ama harekâtı engelleyemedi.
Bitlis Paşa 3 Ekim’de harekâtı başlattı ve Türk Orduları Irak’a girmeye başladı...

PKK’yı Bitecekti ama ABD Engel Oldu (Ekim 92)

92 Ekim harekâtı Öcalan davası tutanaklarında da yer almıştır.
Dava ile ilgili tüm bilgi ve belgelere sahip Cumhuriyet Başsavcılığı, Ekim 92 harekâtını şu sözlerle değerlendirmiş
ve bu sözler iddianamede de yer almıştır;

"1992 yılının başından itibaren PKK’nın yurtiçindeki elemanlarına önemli ölçüde darbeler vurulmuşsa da K.
Irak’taki üslerinden devamlı takviye alan örgüt, bu darbeleri telafi etme yoluna gitmiştir.
Bunun üzerine Ekim 1992 tarihinde örgütün K.
Irak’ta bulunan kamplarına önemli bir operasyon gerçekleştirilmiştir.
Bu harekât ile örgüte büyük kayıplar verdirilmiş ve böylece PKK’nın kurtarılmış bölgeler oluşturma teşebbüsü neticesiz bırakılmıştır"

Harekât, Muavenet Zırhlımızın ABD tarafından vurulmasına ve tüm engellemelere rağmen, düşünüldüğü gibi ve planlandığı gibi 3 Ekim’de Eşref Bitlis Paşa’nın emir ve komutasında başladı.
İçimizdeki coşku büyüktü, artık bu işin biteceğini düşünüyorduk biz Şemdinli’de.
Halkta da büyük bir umut vardı, artık terörün biteceği ve ülkeye huzur ve güvenliğin
geleceğini düşünüyorlardı.
Türk Ordusu Irak’a girer başladı ve biz de bir yandan Şemdinli-Irak sınırını korurken, bir yandan da harekâtta olup bitenleri gün be gün izlemeye
başladık.
Belki de silahlı kuvvetlerimizin girdiği her bölgede, başta Hakurk, Basyan, Şive, Mezi, Keryaderi, Avaşin, Zap olmak üzere, şiddetli çatışmalar yaşanmaya başladı.

Bir zamanlar Öcalan’ın sözde savaş hükümeti kurmayı planladığı Botan-Behdinan yani Şırnak-Hakkâri sınır boylarının hemen güneyi öylesine terörist kaynıyordu ki, patlayan bomba ve roketlerin sesleri, yapılan top atışları ve bölgeye giden Kobraların uçaksavar top sesleri bulunduğumuz sınır boylarından dahi duyuluyordu.
Çatışmalara Barzani ve Talabani peşmergeleri de katılıyor, gündüz yaşanan çatışmalar gece boyu da sürüyordu.
Harekâtın ilk gücü sonrası aldığımız haberler gerçekten heyecan vericiydi; teröristler her bölgede ağır zayiatlar veriyor, etkisiz hale getirilen terörist sayısı yüzlerle ifade ediliyordu.
Bugünkü medyanın üç beş silah ve mermiye "çok sayıda" demesine bakmayın, o günlerde gerçekten çok sayıda, yüzlerce, binlerce silah ve cephane ele geçirilmiş, ileri harekât da devam ediyordu.

Canlı tanığıyız bu olayların, gizli tanık değil, açık ve canlı bir tanık...

Şemdinli’nin harekât bölgesine en yakın yeri Derecik beldesidir.
Derecik’ten daha da öte Yeşilova, Umurlu, Samanlı karakollarımız sınırla yakın komşudur.
Iraklı peşmergeler
hemen hemen her gün karakollarımıza uğramakta ve çatışmalar hakkında bize bilgi taşımaktadır.
İlk günlerde aldığımız haberler, terör örgütünün ağır bir darbe yediği, harekâta
katılan birlikler tarafından kampların ele geçirildiği, iki bine yakın teröristin etkisiz hale getirilmiş olduğu yolundadır.
Ele geçen mühimmat saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
Teröristlerin havan, uçaksavar, geri tepmesiz top gibi ağır silahları imha edilmiştir.
Örgüt liderleri kaçmaya başlamış, canını kurtaran ayakçı teröristler de örgütten kopmuş ve dağılmaktadır.

Harekâtı yakından izleyen Binbaşı Ersever, Üçgendeki Tezgah kitabında, bakın nasıl anlatıyor olayları;

"Evet, Zaho cephesi çöküyordu.
Apo, o ceviz kadar beyniyle Lazkiye’den telsizle, telefonla; "Sonuna kadar direnin, o bölge Botan-Behdinan savaş hükümetinin merkezidir" Diyordu.

PKK cephe savaşına başlamıştı.
Gerilla tarzında savaşamıyordu ve çember içerisine düşmüştü.
PKK imha oluyordu.
Türk Komando Birlikleri ve Zırhlı Birlikler Zaho’ya girdiler.
Öyle çok güçlü birlikler sokmaya gerek yoktu.
Eğitimi normal Türk askeri, zırhlı birlik kuşatmasıyla birlikte, kadın ve çocukları çok kolayca öldüren PKK’lı canileri boğazlayıvermişti.
Türkiye’nin Güneydoğu sınırının güneyi PKK’dan temizlenmişti.

Bu temizlik sonunda PKK’nın kaybı; 1500-2000 teslim olan, 900-1000 yaralı, 1500-2000 ölü, toplam 4000-4500 kişi olarak hesaplanmaktadır.
Apo da bu rakamları kendi ağzıyla
teyit etmektedir.
300 tonu aşkın yiyecek, 650 bin çeşitli çapta fi,şek, 3600 civarında Kaleşnikov piyade tüfeği ele geçirilmiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu harekâtta ki askeri başarısı inkar edilemez.

Peki, TSK’nin temizlediği bölge 1993 başı itibariyle boş mudur?

Hayır!
40’ar, 50’şer kişilik PKK gurupları yine aynı yerlere girmiştir.
Yerleşim yeniden başlamıştır.
Bizim ısrarla üzerinde durduğumuz konu da budur.
Ocak 93 itibariyle
başını PKK Kuzey Irak sorumlusu Cemal kod Murat Karayılan‘ın çektiği yeniden yerleşim faaliyeti aralıksız sürmektedir.

Ekim 92 harekâtı esnasında bizim büyüklerimiz meşhur işportacı Talabani’yi tanımış olsalardı, işte o zaman PKK’yı tamamen imha edebilirlerdi.
Düşüncemize göre tarihi bir
fırsat kaçırılmıştır.."

Ekim 92 harekâtı Türk tarihinin bir dönüm noktasıdır.
Bu harekât, Eşref Bitlis Paşa’nın PKK terör örgütünü Irak kuzeyinde bitirme harekâtıdır.
Barzani ve Talabani bize ihanet etmiş
olmasaydı, belki de Bitlis Paşa amacına ulaşacak ve PKK tarihten silinmiş olacaktı ama olmadı, neden?

Harekât sonucu, PKK’nın ölümcül bir darbe yediğini gören bir takım kirli eller önce Talabani’yi, ardından da Barzani’yi PKK yönetici kadrosu ile anlaştırdı ve bu ikili PKK’yı operasyondan sakladı, himaye etti.
Kimdi bu kirli eller?

Harekâtın bizzat içinde yer alan Cem Ersever olaylara tanıktır.

Yaşamış olsaydı, belki de bu sorumuz açık cevaplar bulabilecekti ama olmadı, çünkü Ersever öldürüldü, faili ise meçhul.

Bakın Ersever, Barzani Talabani ikilisinin ihanetini nasıl anlatıyor;

"Askeri harekât imhayı amaçlar.
Bu harekâtta imha görevi peşmergelere verilmiştir.
2 Ekim’de harekât başlamıştır.
5 Ekim’de Kürdistani Cephe ile PKK arasında anlaşma yapılmıştır.
Ayın 15’in de anlaşmayı imzalamışlardır.
Talabani gibi siyasi bir
fahişe gelip bizi iğfal etmişti.
2 bin PKK’lı almıştır, barındırmıştır"

Ersever’in söyledikleri doğrudur.
Ekim 92’de dağılma ve yok olma noktasına gelen örgüt, Talabani ve Barzani’nin PKK ile yaptığı anlaşmalar sonucu yeniden güç kazanmıştır.

Ersever’in anlattığı 2 bin PKK’nın Talabani tarafından himaye edilmesi olayı da doğrudur.
Bu olay aradan yıllar geçtikten sonra yeniden gündem taşınmış ancak yetkililer tarafından
bu konuya bir açıklama getirilememiştir.
Ersever aynı kitabında, "92 yılı itibariyle Kuzey Irak’ta teslim olan PKK’lı sayısının üç bin civarında olduğu" şeklinde ve değişik sayfalarda
vurgular yapmıştır.
Şimdi aradan yıllar geçti, Irak’lı gazeteci Rebwar Kerim bu konuyla ilgili şok bir iddiada bulundu ve 18 Aralık 2008 günlü Bugün gazetesi bu iddiayı şu satırlarla gündeme taşıdı;

"TSK, 1992’de Talabani ve Barzani güçleri ile ortak yaptığı operasyonda teslim olan 3 bin PKK’lıyı serbest bıraktı.
Kuzey Irak’ın en çok satan gazetesi Hawler’in Genel Yayın Yönetmeni Rebwar Kerim’in, Burç FM’de katıldığı bir programda yaptığı açıklamalar gündemi sarsacak nitelikte"

Haberi bu manşetle duyuran gazete iddialarını şöyle sürdürdü;

"Kerim,1992’de Talabani ve Barzani’ye bağlı KTP ve KYP’nin Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte PKK’ya karşı savaştığını ve bu savaşta PKK’dan 3000 kişinin teslim olduğunu iddia etti.
‘Fakat Türkiye bu esirlerin silah numaralarını alıp PKK’lıları serbest bıraktı’ diyen Kerim, skandal iddiasını şöyle sürdürdü: ‘3 bin PKK’lı Türkiye’ye 450 km.
uzaklıktaki İran sınırındaki Zale Kampı’na gönderildi"

Rebwar Kerim’in ortaya attığı 1992’de teslim olan PKK’lıları Türkiye’nin almadığı iddiasını, dönemin Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı da doğruladı.
Kundakçı Bugün’e gazetesine yaptığı açıklamada;
" PKK’lıların Barzani ve
Talabani’ye teslim olması komutanlarımca uygun görüldü.
Bazıları hemen serbest bırakıldı.
Diğerleri Zeli’de toplandı.
Kampı havadan vurduk.
Bir kısmı öldü, bir kısmı kaçtı"
dedi.

Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş ise, 2007’de, gazeteci Fikret Bila’ya verdiği mülakatta, yapılan ortak operasyonu doğrularken, Talabani’nin 1000 veya 2000 teröristi alıp İran yakınındaki Zeli’ye götürdüğünü söylemişti.
Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak ise geçtiğimiz hafta yaptığı bilgilendirme
toplantısında iddiaları yalanlamadı: "Geçmişte yaşanan bir olayla ilgili spekülatif bazı şeyler basında yer alıyor.
Bunlarla ilgili şu anda söyleyecek bir şey yok"
diyerek konuyu sonuçsuz
bıraktı.

Şimdi gelelim bizim yaşadıklarımıza...

Ekim 92 ayı sonuna doğru harekâta son verildi ve birliklerimizin çoğu döndü ve ülkede huzur rüzgârları esmeye başladı.
Biz yine Şemdinli’deyiz, azalan terör olayları sayesinde
zaman zaman gazete okuyor ve televizyon seyrediyoruz.
Cengiz Çandar ve Talabani adı sıkça duyulmaya başladı o günlerde.
Çandar Irak’a gelip gidiyor, Talabani ise Türkiye’ye.
Her ikisi de yetkili makamlarla görüşüyor ve görüştükleri makamlar arasında aracılık yapıyorlardı ama ne için, bilmiyorduk.
Bir ara ateş kes sözleri medyaya hakim oldu, terör
örgütün silah bırakacağından bahsediliyordu.

Bakın sonra neler oldu...

Ateşkes ile Tuzağıyla PKK’yı Toparladılar (Mart 93)

20 Mart 1993 ateşkesiyle ile ilgili ilk sunacağımız belge, Ankara DGM’de görülen Öcalan davası tutanaklarıdır.
İddianameye konu olmuştur;

" PKK lideri Abdullah Öcalan, Celal Talabani’nin önerdiği tek taraflı ateşkesi kabul ederek 20.03.1993 tarihinde tek taraflı sözde ateşkes ilan ettiğini açıklamıştır.
Bunu yaparken terörist faaliyetlerle ulaşamadığı hedeflerine legal yollardan ulaşmayı, terörist imajı konusunda kamuoyunu yanıltmayı.
dağılan elemanlarını yeniden toparlamayı amaçlamıştır.
Ancak, sözde ateşkesi sadece taktik olarak benimsemiştir.
Hiçbir şart altında silahlı faaliyetten vazgeçmek istememiştir"

Cumhuriyet Başsavcılığı’nın görüşü açık ve nettir.
Dosya kapsamında bulunan belgelere dayanılarak bu tespitler yapılmıştır.
Savcılık bu süreci bir aldatmaca olarak nitelendirmekte
ve örgütün zaman kazanmak için bu planı yürürlüğe koyduğunu açıklamaktadır.
Bu süreçle ilgili ikinci belge ise Öcalan davasında yer alan Öcalan’ın ifadeleridir;

"1992 yılı sonunda Talabani ile görüştüğümüzde Türkiye’ye ateşkes istemimizi götürmesini istedim.
Özal hükümeti ile Talabani’nin görüşmeleri vardı.
Bitlis Paşa Kürt politikasına yaklaşımları iyiydi.
Celal Talabani aramızda arabuluculuk çalışmalarına başladı.
Sanıyorum onlar yaşasaydı bu gün bu sorun çözülmüş olacaktı.
Bunların önerileri ile bizim önerilerimiz birbirine çok yakındı.
Öneriler genel kapsamlı bir af ve bizlerin (PKK) siyasi platform içerisinde faaliyetleri sürdürmemiz öngörülüyordu.
Bekaa’da gazetecilerin gelmesi ile bir basın toplantısı yapıldı.
1993 yılı Mart ayında basın toplantısı yaptım"

Bu ifadede ne gariptir ki İmralı, Ekim 92 harekâtı ile kendini yok etmeye çalışan Bitlis Paşayı övmektedir.
Özal’ı övmektedir.
Övdüğü her ikisi de kuşkulu bir biçimde aramızdan
ayrılmıştır.

Ersever’in bu ateşkese ilişkin görüşleri ise daha o yıllarda açık ve nettir;

"Ateşkes-mateşkes ağza alınacak kelimler değildir...
Ateşkes dönemin bir taktiği olarak Öcalan tarafından uygulanmıştır.
Apo fırsattan istifade bir takım görüşmeler yaptı.
Üç ay
boyunca toparlandı.
Türkiye Cumhuriyeti üç ay boyunca operasyonlarını yapmadı.
Bahar operasyonları yapılmadı.
Şubat 93 itibariyle bu operasyonların başlaması gerekirdi.
Bölgeleri belli.
Her eyalette iki tane kampı var.
Kamptan çok, üs bölgesi demek daha doğru.
Bu adamların kalıcı üs bölgesi var.
Burada üs bölgelerinde yeşerdi, filizlendi.
Zaten bunu istiyordu.
Bahar operasyonları yapılmadı"
...

Örgütün önemli canilerinden Şemdin Sakık ise 93 Mart ateşkesi için şunları söylemektedir;

"1993 yılındaki ateşkes tamamen örgütün ve bizim dışımızda haberimiz olmadan Apo (Abdullah Öcalan ) tarafından telsizle yapılmıştır...
Bu ateşkesin amacı neydi?
Apo’nun kafasından mı çıktı?
Şam’ın veya daha üst kişilerin talimatıyla mı, bilemiyorum.."

20 Mart 93’de Lübnan Bekaa’da ateşkes ilan edildi.

Mayıs 93’te yani Özal’ın ölümünden hemen sonra Ahmet Türk ile Leyla Zan Amerika’ya gitti ve Özal sonrası PKK’nın uygulanacak strateji konusunda ABD’li yetkililerle görüştü;

"Abdullah ÖCALAN’ın talimatları üzerine 1993 Mayıs ayında Leyla ZANA ve Ahmet TÜRK’ten oluşan bir HEP heyeti sözde Kürt sorununun çözümü için ABD yetkilileriyle görüşmelerde bulunmuşlardır"

Ateşkes ilanı yapıldığında, Öcalan’ın yanında Ahmet Türk ile Celal Talabani de vardır.
Biz ise o tarihte Şemdinli’de teröristleri kovalıyorduk.
Çok haykırdık çok, bunlar yalan, örgüt toparlanacak, dedik ama sesimiz duyulmadı, tıpkı Ersever gibi.
Bu ateşkes olayı medyanın gündemine Cengiz Çandar tarafından taşındı, ateşkesten tam bir hafta önce.
Yaptığı
açıklama sanki bir kehanet gibiydi, olacakları görür gibiydi.
Aynı Çandar 2001’de Ecevit için de, yaşanılanın aylar öncesinde bir kehanette bulunacak ve bu kehaneti yine doğru
çıkacaktı...

Çandar’ın "Apo’dan Özal ve Demirel’e mesaj" başlığı altında çıkan haberi büyük yankı uyandırdı.
Çandar 13 Mart 1993 tarihli Sabah gazetesinin manşetinde "Apo silah bırakıyor"
haberiyle gündemi belirliyordu.
Çandar, haberinde "PKK artık silahlı mücadeleden vazgeçiyor, Apo Kürtleri siyasi mücadeleye çağırıyor, Bağımsız Kürt devleti isteği terk ediliyor, diyordu.

Manşeti görüyor musunuz, nasıl tuzağa ve kimler tarafından tuzağa çekildiğimizi görüyor musunuz?

Çandar’ın haberinde, Öcalan’ın bu kararının Talabani tarafından Cumhurbaşkan Özal, Başbakan Demirel ve Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’e iletildiğini de belirtiyordu.
Çandar ayrıca, Öcalan’ın Nevruz öncesinde bir basın toplantısı düzenleyerek bu kararlarını açıklayacağını, basın toplantısına katılmak üzere Türkiye’den bazı gazetecileri davet edeceğini de duyuyordu.
Haberin özeti şöyleydi;

"PKK lideri Abdullah Öcalan, Türkiye’deki başta Kürt sorunu ve terör olmak üzere önümüzdeki dönemde gelişmeleri etkileyecek bomba açıklamalara hazırlanıyor.
Öğrenildiğine göre Abdullah Öcalan, Nevruz öncesinde yapmayı tasarladığı açıklamada
"terörü kınayacak" tafralarına "silahlı mücadelenin terk edilmesi...
çağrısında bulunacak"

Her şey Çandar’ın yazdığı gibi oldu.
Nevruz öncesi 20 Mart’ta, İmralı haini Bekaa’da bir basın toplantısı düzenledi.
Bazı gazeteciler de katıldı.
İmralı şöyle konuştu;

"20 Mart’tan 15 Nisan’a kadar ateş etmeyeceğiz.
Ancak meşru müdafaa durumunda karşılık vereceğiz.
Böylelikle uluslar arası, Türkiye ve Kürdistan kamuoyunun bir barışa imkân bulunması dileğine de karşılık vermeye çalışıyoruz.."
Neden 20 Mart?

PKK’ya göre, mitolojide zalimliğe karşı çıkıldığı ve son verildiği gündür, bu nedenle bir bayramdır.
Yani PKK kendi bayramı münasebetiyle ateşkes armağan etmiş oluyordu
bize.

Neden 15 Nisan’da ateşkes bitiyor, diyecek olursanız, o da; Şeyh Sait’in 1925’te yakalandığı günün yıldönümüdür, yani Şeyh Sait’i yakaladığımız için PKK bize ceza veriyor ve ateşi yeniden başlatıyordu.

Deli saçması diyeceğiz tüm bunlara ama yıllardır bu saçmalıklarla yaşamıyor muyuz biz...

PKK istediğini elde etti, ateş kes gayri resmi olarak uygulandı.

PKK terör örgütü yeniden toparlandı ve gelip bizi Bingöl’de vurdu.
Böylece Türkiye’de ara bir dönem başladı; 17 Nisan’da Özal aramızdan ayrıldı, yerine Çiller geldi ve terörün siyaseti, bu ara dönemde Kürdistan’a doğru hızla yol almaya başladı...

Erdal Sarızeybek


VİDEO LİNK :

http://www.youtube.com/watch?v=so1kofV5bSI

Kaynak; İhaneti Gördüm, Pozitif Yayınları, 2007.


a45UyF587661-201307301451-05

  ^^^^^ - vvvvv

 

zaryop:jaro
Derin bir nefes al, kafani sakinlestirir.

Ohio'lu 90 yasindaki Regina Brett'in kaleminden
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Kurmus oldugum gruba uye olun
Moderasyonsuz, sansursuz ve ozgur bir gruptur:
Ozgur_Gundem-subscribe@yahoogroups.com
Ayrilmak isterseniz de :
Ozgur_Gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup Sayfamız :
http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz.
http://orajpoyraz.blogspot.com/


0 Comments:

Post a Comment

Subscribe to Post Comments [Atom]

<< Home


Real Estate